21 Aralık 2011

Paris'te Bir Gece Yarısı - Midnight in Paris



Her zaman Wooddy Allen'in bir dahi olduğunu düşünmüşümdür.... O çirkin ufak tefek adam son derece zekidir ve kendinden söz ettirirken cebini doldurmasını da çok iyi bilir -yani karşısında her açıdan şapka çıkarılır...
"Paris'te Bir Gece Yarısı" filmi, tipik Wooddy Allen senaryosuyla başlıyor. Evlenmek üzere olan bir çift, istenmeyen damat, şımarık ve ne istediğini bilmeyen bir kız, yazar olmaya çalışan romantik kahramanımız ve arka planda yine inanılmaz bir şehir olan Paris... İnanılmaz turistik görüntüler, Paris'i gidilmesi ve gezilmesi gereken en güzel şehir yapmış ve yönetmen burada parayı hakketmiş... (Bir gün birinin aklına gelip de uygun parayı verse de sevgili Wooddy Allen hakkıyla bir İstanbul filmi yapsa keşke... işte en büyük reklam bu olur...) Eğlenceli sahneler bir müddet sonra yerini eskinin Paris'ine bırakıyor, kahramanımız Gil, esrarengiz bir şekilde fantastik bir dünyaya adım atarken kendini en sevdiği yazarların, ressamların, müzisyenlerin dünyasında buluyor... Bu sahnelerin gerçeğe aykırılığı beni biraz sıksa da günümüz sahnelerinin hareketliliğinin sürüklediği film, Gil ve İnez'in ayrılıp, Gil'in Paris'te kalmayı seçmesi ve yeni bir arkadaşlığa merhaba demesiyle bitiyor...
Nostalji ve "Altın Çağ" arayışı her devirde sürüp giderken kimsenin yaşadığı devirden mutlu olmadığını fark ediyoruz. Film fantastik sahnelerinde zaman zaman komedi filmlerini aratmıyor ve sadece bir tebessüm olarak pek de ikinci kez izlenmeye değmeyen filmler rafında yer alıyor...

Sinyora Da Vinci, Robin Maxwell


Leonardo Da Vinci'nin annesi Caterina, gizli bir simyacı olan babasıyla yaşamaktadır. Kasabanın zengin ailesinin oğlu ile yaşadığı aşktan Leonardo dünyaya gelir. Aile Caterina'yı dışlar, sadece sütanne olarak çoçuğuna bakmasına izin verirler...Leonardo büyüdüğünde bu durum sona erer...Leonardo, Floransa'ya gönderilir, yokluğuna dayanamayan annesi de erkek kılığında peşinden gider, artık Leonardo'nun dayısıdır...Eczacılıkla birlikte simyacılığını gizli olarak devam ettirirken dönemin Medicci ailesi ile yakın ilişkiye girer. Artık oğlunun yanındadır ve sanat camiası ile iç içedir. Bir taraftan koyu katolik kilisenin papazı, cadı avına çıkmıştır... Ortaçağ Floransa'sını anlatan kitapta Caterina'nın ağzından Leonardo Da Vinci'nin ilginç hayatı gözler önüne serilmekte... Kurgu bir tarihi roman ve zevkle okunuyor...



Signora da Vinci




18 Aralık 2011

Kaplumbağa Terbiyecisi, Emre Caner


































Osman Hamdi Bey'in biyografisini içeren kitapta, sanatçının resme olan tutkusu, eserlerinin hikayeleri ve tarihi eserler ile Arkeolojik kazılara verdiği önem ve katkılara yer verilmekte...
1842 yılında doğan Osman Hamdi Bey'in babası sadrazam İbrahim Ethem Bey'dir ve her zaman sıkı bir padişah yanlısı olmuştur... Osman Hamdi Bey babasının isteği ile hukuk okumak için Paris'e gider, Paris'te gönlünü hem resme hem de Fransız bir kıza verir... Yıllar içinde tutkularını babasına da kabul ettirir ve Paris'te aldığı resim eğitiminden sonra yurda döner... Devletin farklı kademelerinde görev alır. İlk görevi Bağdat İli Yabancı İşler Müdürlüğüdür. İstanbul’a döndüğünde Saray Protokol Müdür Yardımcısı olur. 1875 yılında Kadıköy'ün ilk şehremini (belediye başkanı) olarak görevlendirilir. Osmanlı-Rus Harbi’nden sonra devlet memurluğundan ayrılan Osman Hamdi Bey, 1881'de Müze-i Hümayun (İmparatorluk Müzesi) müdürü Anton Dethier’in ölümü üzerine padişahın şahsi emri ile müze müdürlüğüne atanır. Türkiye’nin ilk güzel sanatlar okulu olan Sanayi-i Nefise Mektebi’nin müdürlüğü ile görevlendirilir. Müze-i Hümayun müdürü olarak ilk işi eski eserlerin yurt dışına götürülmesini yasaklayan bir tüzük hazırlamak olur. Eserlerinde yakın çevresini, daha çok farklı yaşlardaki kendi hallerini resmeder... Şuan Pera Müzesi‘nde sergilenen Kaplumbağa Terbiyecisi, 15 milyon TL değeri ile halen Türkiye’nin en pahalı tablosu…





Şah ve Sultan, İskender Pala



Yavuz Sultan Selim'in iktidar mücadelesi çerçevesinde, Şah İsmail ile Çaldıran Muhaberesi'ne kadar giden savaşı; Tüm dünyaya meydan okuyan Şah İsmail'in, bir Türk Hükümdara yenilgisi; sevdiği ancak sevilmediği Taçlı Sultan'ın Sultan Selim'e esir düşmesi; hadım Kambercan'ın Taçlı Sultan'a olan sonsuz aşkı; iki hükümdarın da sevdiği kadın Taçlı Sultan, arka planda Alevi-Sünni savaşı ve İskender Pala'nın ağdalı dili ile bitmek bilmeyen, uzadıkça uzayan kitap...


VE...öğrendiğim iki tarihi gerçek:

Sultan Selim, babası Sultan Bayezidi elleriyle tahttan indirir, yerine kendisi geçer, babası üzüntüden oğluna ah eder,'Dilerim Allah'tan sen de genç yaşında berbat olup, şir-i pençeler (çıban) elinde gidesin' der... 8 yıl sonra bir çıban yüzünden ateşler içinde kıvranıp, 50 yaşında birden vefat eder...

Osmanlı Padişahları, savaşlarda esir düşüp de düşman hükümdarın eline geçip maruz kalacağı kötü muamelerle ırkına halel getirmesin diye Türk hanımları ile evlenmezler...Bunun tarihi bir dayanağı var mıdır bilmiyorum...




İmkansız Aşklar Evi, Audrey Niffenegger



Julia ve Valentina Poole ayna ikizleridir. Birbirlerine delice bağlı bir şekilde, Amerika'daki evlerinde aileleriyle yaşarken, hiç tanımadıkları teyzelerinin ölümü ve kendilerine bıraktığı miras ile hayatları değişir. Teyzeleri Elspeth onlara, Londra`nın dışında yedi tane modern ve büyük mezarlık yapma projesinin bir parçası olarak 1839 yılında açılan Highgate Mezarlığı'na bakan evini miras bırakır... Tek şartı vardır, ikizler minimum 1 sene bu evde oturduktan sonra evi satabileceklerdir ve ikizlerin anneleri Eddie ve babaları Jack bu eve asla adım atamayacaklardır. İkizler burada teyzelerinin eski erkek arkadaşı Robert ve takıntılı komşu Martin ile dostluk kurarlar. Yeni yaşamla, kendilerini sorgulamaya başlarlar... özellikle Valentina hastalıklarının da etkisiyle ikizi yüzünden hayatta istediği hiçbir şeyi yapamamış olduğunu ve böyle giderse yapamayacağını ayırd eder ve bu duruma son vermek için geçici bir ölümü göze alır...Hayalet teyzesi Elspeth'in özel güçleriyle ölecek ve sonra yine teyzesi tarafından ruhu bedenine geri verilecektir. Robert ve Valentina arasında başlayan aşk, durumu tersine çevirir ve Elspeth Valentina'nın vücudunda tekrar dünyaya gelir. Ancak bu durum Robert tarfından etik karşılanmayacaktır ve bir süre sonrabterk edilecektir... Güzel başlayan, fantastik bir şekilde devam ederken saçmalayan, şaşırtıcı gelişmeleriyle sonuna kadar sıkılmadan okunan bir roman...Bir de benim bir tezim var: bu kitap İskender öncesi Elif Şafak'ı etkilemiş olabilir; benden söylemesi...


Bu arada kitabın İngilizce isminin çok daha güzel ve kitabı ifade eder olduğunu düşünüyorum: "her faithful symmetry"




Her Faithful Symmetry



29 Kasım 2011

Annemi Öldürdüm




Hubert: -Anne sahibi olmak için yaratılmamışım...
Bu çok sevdiğim diyaloğu barındıran filmi, geçtiğimiz yıl İstanbul Film Festivalinde izlemeyi çok istemiştim. Başrol oyuncusu Xavier Dolan, filmi 16 yaşındayken yazmış, 20 yaşında çekmiş... Film, aynı zamanda Kanada'nın Oscar aday adayı olmuş. Ebeveynleri boşanmış olan Hubert'in, annesiyle olan yakın ilişkisi, ergenliğiyle birlikte yerini nefrete bırakır. Annesinden öldüresiye tiksinirken, eşcinsel ilişki yaşadığı Antonin'in annesi onun için bir idol olur. Annesiyle yaptığı kıyasıya kavgalar, her iki tarafın birbirine acımasızca söylediği laflar, ilişkilerini daha da çıkmaza sokar. Annesi oğluyla baş edemez olur ve Hubert'i yatılı okula gönderir. Bu durum, Hubert'e kendini çok mutsuz hissettirir, annesine "yarın ölsem umurunda olmaz" der kadının cevabı Hubert'in duyamayacağı şekilde "ben de ölürdüm" olur...(çok dokundu bu sahne, anne ve babamın beni ne kadar sevmiş olduklarını bir kez daha hissettim...) Hubert ve annesinin ilişkileri kör topal ilerler, Ta ki filmin başından beri izlediğimiz, durumun Hubert'in gözüyle anlatıldığı kayıtlar annesinin eline geçene kadar... Burada seyirci de anneyle aynı zamanda ayırd eder ki ikisi aslında birbirlerini aşk derecesinde severken ergen-ebeveyn çatışmasının ucunu azıcık kaçırmışlardır :))
Son zamanlarda seyrettiğim en keyifli filmlerden biri, DVD'sini kaçırmayın...


Gizli Anların Yolcusu- Ayşe Kulin



Ayşe Kulin'in kitabını elimden bırakamadım ve uykusuz kalmak uğruna 3 günde bitirdim. Bunun sebebi son zamanlarda okumakta zorlandığım kitapların arka arkaya gelmiş olması ve o ruh boğan kitaplar arasında bir soluklanma mıydı bilemiyorum.... Ama özlemişim Ayşe Kulin okumayı galiba... İlhami-ki sevimsiz bir isim- son derece başarılı bir yayımcıdır, mükemmel bir karısı, mükemmel iki çocuğu, mükemmel bir evliliği varken birden ansızın çocuklarından birini kaybeder... Bu acıyla başetmeye çalışırken bir yandan da ruhi bunalıma giren karısıyla uğraşır, kızını bu bunalımdan uzaklaştırmak için yurtdışına yollar ve ansızın kendini ortağı Handan ile bir kaçamağın içinde bulur... İş Handan'la kalmaz, bir iş gezisine beraber katılmak durumunda kaldığı çalışanı, grafiker Bora ile tutkulu ve sıra dışı bir ilişkiye girer... Kızı da ara sıra ülkeye gelir ve Bora'ya aşık olur... Bora'nın sakladığı ve kaçmak istediği geçmişi ve kimliği devreye girerken yazdığı kitaplar sonlarını hazırlar... Olan sınıf atlama çabasında olan ve yeni kimliğine zorlanarak alışmaya çalışan Bora'ya olur ve nasıl olduğu anlaşılmaz bir şekilde balkondan düşerek veya atlayarak hayata veda eder... Oysa tuhaf bir şekilde, kitap boyunca o balkon demirlerinin çok alçak olduğundan şikayet etmiş ve o balkonu camekanla kapatılmasını istemiştir...




24 Kasım 2011

Alacakaranlık Efsanesi- Şafak Vakti- Bölüm 1

Kitaplarının tamamını okudum ve bitince bir "ohh" çektim...Stephenie Meyer yazmış ta yazmış sağolsun. Filmin iki bölüm halinde çekmişler ki gişeden sonca dence nasiplensinler:)) Edward ve Bella en sonunda emellerini gerçekleştirip evlenirler. Bella niyeyse bir tedirgindir (-zaten o kızın hareketlerinde bir tutukluk var, karakterden mi yoksa oyuncudan mı kaynaklanıyor 4. film oldu hala çözemedim...)

Balayına çıkarlar Edward'ların bir de rüya gibi adası vardır orada halvet olurlar...Neyse kızımız kazara gebe kalır (-vampirlerin çocuğu olmaz mıymış?) İçinde bir yaratık büyür, kızımız zaten kaldirik gibiyken iğneipliğe döner ve kendine gelmek işin iğrenç kanları içer. Bu arada kurtlar olaydan
rahatsız olur ama Jacop hem kurtlara karşı gelir hem de kızımıza sahip çıkar. En sonunda korkunç kanlı bir doğum sahnesiyle yarı vampir velet doğar ve doğmasıyla Jacop'u mühürler (şıllık)... Öldü sanılan Bella Edward'ın zehiriyle vampirella olarak hayata döner ve film biter... Herkes ne aşk aman kız aşkı için vampir oldu derken benim tezim şu: Bella işini bilir ve ohhh ölümsüz hayat ne rahat diyerek Edwad'a çok aşıkmış gibi kendini vampir yaptırır ve bu sayede sıçan kılıklı kız güzelleşir ve en güzel evde en yakışıklı çocukla en güzel arabalarla ölümsüzlüğü garantiye alır...Benim filmde ve ayrıca kitapta göremediğim aşk bana bunları düşündürüyor:)) Alt tarafı iyi vampir olup insan kanı emmeyecek, bir nevi hayat boyu diyet, bizim yiyemediklerimizi sayarsak çok az bir fadakarlık da olsun yani...
Açıkçası gidilmeye değmez, n'aapalım ikinciyi de seyredicez artık... seriyi tamamlamak lazım...

11 Ekim 2011

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Milan Kundera














Şu sonuca vardı Tomas: “Bir kadınla sevişmek ve bir kadınla uyumak iki ayrı tutkudur, sadece farklı değil aynı zamanda da zıt tutukular. Aşk çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda kadına kadar uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda duyurur (tek bir kadınla sınırlı olan bir arzu).

Kitabı 88 senesinde okumuş, filmini de aynı sene izlemiştim... Aradan 24 sene geçmiş ve önce kitabıyla başladım (gençken entel kitaplar okumak daha modaymış galiba) ve pek sarmasa da bitirdim... Sonra da filmle pekiştirmek istedim...
Çek'ler yakın zamana kadar ne badireler atlatmışlar, o yüzden orayı ziyaret ettiğimizde herkes mutsuzdu demek ki...



Kadın avcısı Tomas'ın hayatına Tereza aniden giriyor, onu çok sevse de değiştiremediği tek huyu var o da kadınlar ve bu tutku ile Tereza arasındaki ikilem, ona hayatı zehir ediyor...Tutkulu metres Sabrina, melon şapkası ile son ana kadar ortadan çekilmiyor... Rus işgaline karşı yazılan bir köşe yazısı tüm dengeleri altüst ederken İsveç'e kaçtıkları halde Tereza'nın peşinden tekrar Prag'a dönen Tomas, tüm kariyerini feda ediyor... İşte bir kadın uğruna feda edilebilecek en değerli şey... Sonuç, kendisini aldattı diye onu aldatan Tereza, yakalanma korkusuyla kocayı alıp kırlara yerleşiyor, kadın yok sıkıntı yok tam koca tamamen onun oldu derken bir trafik kazası ikisi de sizlere ömür... İşte kült roman ve filmin hikayesi, beğenip beğenmemek size kalmış:))



The Unbearable Lightness of Being





Adını Sen Koy



Uzun süredir seyretmeyi düşündüğüm bir filmdi "Adını Sen Koy" ve arşivimde sırasını beklemekteydi... Tuna Kiremitçi'yi, hem yazmış hem de yönetmiş görünce sadece romantik birkaç sahne ile yetineceğimi düşünmüştüm; çünkü Tuna Kiremitçi benim gözümde romanlarına şiirsel isimler takan, romantik, hayalperest bir köşe yazarı... Film, zekice örülmüş romantik ve gerçek anlamda bir komedi... Yazarın ince espri anlayışına bayıldım, yönetmen olarak da gelecek vadedebilir. Cast, başroldeki Cemal Toktaş yani Ilgaz dışında gayet iyi oturmuş... Ilgaz sanki biraz uyuz olucam diye kendini fazla kasmış ve fazla yapmacık jön kalmış - ki kendisini "Güneşi Gördüm" filmindeki eşcinsel rolü ile çok takdir etmiştim... Neyse Melis Birkan, "Issız Adam"ın devamın çekiyor gibiydi, Ali İl son derece başarılıydı ama çılgın abi Ahmet Mümtaz Taylan'ı tek geçerim... Filmi götüren abi karakterinin tek istediği kardeşini mutlu görmek ve bu his bana hiç yabancı değil:)) Aybige (Melis Birkan) ile Can (Ali İl) evlenmeye karar veriyorlar, sonrası tipik bici cici evlilik öncesi yaşananlar, ancak Can'ın en iyi arkadaşı Ilgaz (Cemal Toktaş) Almanya'dan düğün için geliyor ve bir bakıyoruz gelmeden önce resimlerinden ve Can'ın anlattıklarından Aybige'ye aşık olmuş... Bu durumda iş çatlak ağabeye düşüyor ve önüne gelene bu aşkı anlatıyor... Aybige'nin bile aklı karışıyor, neredeyse düğünden vazgeçecek (işte günümüzün ayran gönüllü kızı); neyse filmin en "olmamış" sahnesi olan çatlak ağabeyin düğünü basmasından sonra elaleme madara olup evleniyorlar, film de Ilgaz'ın ağabeyini alıp Almanya'ya dönmesiyle bitiyor... Hoş bir film ve Tuna Kiremitçi'yi Eskişehir'e verdiği değer için tebrik etmek lazım...


15 Ağustos 2011

AZ, Hakan Günday


Hakan Günday'ı nasıl bilirsiniz? - iyi bilirizzzzz - ve daha da iyi bileceğizzzzzzz....


Günümüz yazarlarının yeknesaklığından başarıyla sıyrılan yazarlardan biri, ve son dönemde okuduğum Türk yazarların kitapları içinde en kayda değer kitap... AZ adının aksine çok şey anlatıyor ve okuyucuyu arada bir kamçılıyor, serseme çeviriyor... İlk Derda'nın yaşadıkları sert derken ikinci Derda'nın çocuk haliyle yaşadıkları insanı dehşete düşürüyor... İkisi de küçücük hayatlarına çok şey sıkıştırırken birbirlerini bulduktan sonraki yaşamlarında az ile yetiniyorlar... Oğuz Atay konusuna gelince, niye bu kitaba misafir kahraman olmuş çözemedim, başta çok hoşuma gitse de sonradan "kesişen hayatlar" klişesine alet edildiği için pek sevmedim... Hakan Günday, sıkılmadıysa da ben sıkıldım paralel ve buluşan hayatlar örgüsünden, keşke iki Derda da ayrı ayrı yaşasa ve hiç kesişmeden durduk yerde "küt" diye beraber olmaya başlasaydı diyorum... Tek beni rahatsız eden noktayı söylemesem çatlardım, ama kitaba şapka çıkartmak lazım...

"Belki de hayat yanlış anlayınca güzeldi. Sadece yanlış anlayınca. Ama her şeyi."




"Kaybedenler Kulübü"ne üye misiniz?


90'lı yılların en cesur radyo programını yapan ikilinin hikayesi çok sade ve alılcı bir şekilde senaryolaştırılıp sinemaya aktarılmış... O zamanlar ben de sıkı bir özel radyo takipçisi idim... Öğrenci evimizde radyo hiç kapanmazdı, şu anda esiri olduğumuz televizyon ise hiç açılmazdı... Ama açıkçası "Kaybedenler Kulübü" programını hiç hatırlamıyorum, belki birkaç kez rastlamış, diyalogları beni sarmamış olabilir (biz biraz "tiki" gençlerdik sanırım)... Şu an bir kült olacağını bilseydim keşke... Film, çekim teknikleri, oyuncu kadrosunun mükemmelliği ile benim beğenimi kazandı, oysa ki yönetmen Tolga Örnek'i en son "Hititler" filminde bırakmıştım -ki yarısında kendi isteğimle çıktığım tek filmdir, çok sıkılmıştım... 10 sene zarfında çok aşama kaybettiğini söylemeden geçemeyeceğim. Bu kez film tadı ağır basan bir belgesel çekmiş... Son yıllarda çekilen Türk Filmleri furyasında "iyi" yapılmış işlerden biri... ÇOK SEVDİM!

Hayvan Çiftliği, George Orwell
























George Orwell'dan reel sosyalizmin eleştirisi diye yazıyor tüm tanıtımlarında... Bu kitabın kahramanları hayvanlar, ancak temelde insanın en kötü hayvan olduğunu algılıyoruz... Hayvanlar zulüm gördüklerinden yakınıp örgütlenerek "insan" sahiplerini kapı dışarı ediyorlar... Ve kendilerine yeni bir dünya kuruyorlar, ancak bu dünyada da ezilenler yine eziliyor, sömürülenler yine sömürülüyor... Genelde pek sevilmeyen hayvan olarak bilinen domuzlar çiftliği ele geçiriyor, en kötü hayvan olan insanla işbirliği yaparak en kötünün kötüsü olarak kitabı da ele geçiriyorlar... Kitabın bir diğer adı "Bir Peri Masalı" ancak sonu başından belli olan acımasızca bir hayatın masalı olabilir bu...Tüm masallar iyi biter diye bir kural yok ya...Bu kitabı okumak için bu yaşıma kadar beklemiş olmaktan utanıyorum, her yaştan herkesin tekrar tekrar okuyarak her seferinde aldığı hazzı not etmesi gereken nadir kitaplardan biri... bir diğer "Küçük Prens"...



Animal Farm





SERENAD- Zülfü Livaneli


Zülfü Livaneli çok takdir ettiğim bir sanatçı... Durum böyle olunca her yaptığını izlemek, her yazdığını takip etmek lazım (Veda filmi bir felaketti...) Serenad kitabını Fransa gezimizde okudum...Gündüz 15.00 sularında havuz başında başladığım kitap gece 3.00 sularında bitti... Kitabın yarısında ağlamaktan ölüyorum zannettim; adam kanserdir ölecektir ya bu bana yetti (algıda seçicilik) Neyse bir ara kendimi topladım da sonunu görebildim... Zülfü Livaneli bu kez bir kadın kitabı yazmış, bir kadının ağzından, kadınca yaşanan bir hayat... Sevdim mi, bilemiyorum çok etkilendiğimi söyleyemeyeceğim...Galiba O'ndan daha iyi şeyler bekliyorum... ADA veya ENGEREĞİN GÖZÜNDEKİ KAMAŞMA gibi...








22 Mayıs 2011

Tanrı Beni Görüyor mu? - Murat Gülsoy




























İlk kez Murat Gülsoy'un bir kitabını okudum. Uzun süredir öyküleri hayatımdan çıkarmıştım; romanları tercih eder olmuştum. Bu kitap ilginç bir deneyim oldu. Murat Gülsoy'un kitabını üçe bölmek lazım... “Bize Kuşdili Öğretildi” çizgi öyküsü bir tampon olarak kullanmış... İlk bölüm, oldukça şaşırtıcı öykülerden oluşuyor, keyifli bir zaman geçiriyor, bir çırpıda resimli öyküye geliyorsunuz. Çizgi öykü, inanılmaz güzel geliyor, hem hüzünlü, hem ilginç... Son kısımda ise yazar, o ana kadar sunduğu iyi şeylerin hatırına size farklı bir tarz sunuyor; doğrusu tam olarak ne anlatıldığını anlamadığım tuhaf yazılar ve hikayelerin içinde buluyorsunuz kendinizi, ama okumaya devam ediyorsunuz ve bir bakmışınız bitmiş... Yazarın diğer kitaplarını da okumak istiyorum; bu kitap bende bu hissi uyandırdı... Değişik ve çağdaş öykücülük örneği olarak "şiddetle" tavsiye ediyorum...





ŞARKINI SÖYLEDİĞİN ZAMAN, İnci Aral



İnci Aral, modaya uyup, dönem filmlerini aratmayacak bir kitap yazmış... "Şarkını Söylediğin Zaman" kitabını iki günde bitirdim, baştaki klişeler beni oldukça sıktı (bknz: seneler sonra Türkiye'ye dönen adeleli ve orta yaşının en güzel çağlarını yaşayan adamla genç, feleğin sillesini erkence yemiş genç kadın etkileşimi). Akabinde geriye dönüşler ve "Hatırla Sevgili", "Bu Kalp Seni Unutur mu?" ve "Öyle Bir Geçer Zaman ki" ayarında bir hikaye... Esas kızın olaydaki rolünü herkes mi erkenden sezdi acaba? Zamanın nedensiz devrimciliği çok iyi irdelenirken günümüzde geçen aşk hikayesi biraz zorlama olmuş... Doğrusu kitabın sonunda adam veya kız aşktan vazgeçse daha mı manalı olurdu bilemedim ama bu amca- yeğen ilişkisinin aşka dönüşmesi de biraz ölenlere saygısızlık gibi geldi... Bilemedim ama bu aşk yürümez...
Okuyun ; hemen bitiyor, karar verin, tartışalım:))





3 Mayıs 2011

"Firarperest ", "Kağıt Helva"yı Yedi!..."



Elif Şafak'ı bu kadar popüler olmadan önce de okuyordum. İlk kez Metis kitabevinde çıkan Bit Palas romanını okuyup hayran olmuştum (bunda yayınevinin reklam politikası çok etkili olmuştu; idefix'ten ısmarladığım kitaplarla beraber Bit Palas'ın minyatür boyda tanıtım kitaplarını yollamışlardı; bu da benim ilgimi çok çekmişti). Daha sonra eski ve yeni tüm kitaplarını okumaya başladım. Fikirlerime ters düşen davranışlar sergilese bile bugüne kadar yazarın iyi bir okuru oldum... Ama Elif Şafak ben ve benim gibileri daha fazla sömürme artık istersen... "Kağıt Helva" çıktı koşarak aldım; bir baktım eski kitaplarını pişirmiş önüme koymuş; ya Firarperest'e ne demeli... Zaten iyi bir yazarın bir gazetede haftalık yazı yazmasını doğru bulmazken bir de bakıyorum marifet gibi şimdi de bu yazılar pişirilip ortaya konmuş...Biraz sert kaçtım belki ama sıkıldım ben bu durumdan... Yeni kitabını yine de umutla bekliyorum...








Juliet Çıplak, Nick Hornby



























Sıkıcı bir İngiliz kasabasındaki monoton bir hayatı paylaşan Annie ve Duncan farkına varmadan birlikteliklerinin 15. yılını yaşamaktadırlar. Tek ortak paydaları Tucker Crowe isminde eski bir müzisyendir. Duncan, Tucker'in en büyük hayranıdır, ve bu durum ve artı çocuksuzluk Annie'yi artık oldukça germektedir. Annie, Tucker'in yeni çıkan albümüne ve şarkılarına "kötü" deme cesaretini gösterir. Bu durum, Duncan'ın Annie'den uzaklaşmasına, Tucker'ın ise bir vesile ile Annie'nin yeni hayatına dahil olmasına sebep olur. Tucker ise artık yeteneksiz bir müzisyendir ve 4 başarısız beraberlikten olan 5 çocuğu ile boğuşmak durumundadır.
Yazar, Nick Hornby ilginç bir yaklaşımla iki değişik yaşamı kesiştirirken aslında birgün herşeyin farklı bir boyut kazanabileceği umudunu herkese empoze ediyor. Keyifle okuduğum kitabın sonu "küt" diye bitti. Biraz daha romantik sonlar istiyorum galiba...




Juliet, Naked




1 Mayıs 2011

CAM


Levent Kazak'ı oldum olası başarılı bulurum. Bu kez incelikli bir tiyatro oyunu yazmış, bir "cam açılıyor" ve hayatlar değişiyor. İlk yarıda çok tekdüze giden bir senaryo, ikinci yarıda ya böyle olsaydı ile size aynı kişiliklerin farklı yönlerini gösteriyor... Demek ki insanlara tek bakış açısıyla yaklaşılmayacak... Mete Horozoğlu, tiyatronun biraz abartılarak yapılması gerektiğini düşünüyor bence, oyunu sürüklüyor ama ekranda kesinlikle daha doğal ve başarılı; Dolunay Soysert ise bana hep abartılı bir oyuncu olarak gelmiştir; Selen Uçar, dul, erkek delisi ve ortalık mikseri rolünü başarıyla canlandırırken en çok alkışı hakediyor...Deniz Çakır ve Bülent Alkış, rollerinin hakkını veriyor... Sevimli bir komedi izledik, o kadar....


17 Mart 2011

Leyla'nın Evi'ne Gitsek mi???



Zülfü Livaneli'nin "Leyla'nın Evi " romanını yaklaşık 3 sene önce okumuş, basit bulmakla beraber sevmiştim. Bu sezon Tiyatro Kare tarafından sahneye konulan oyunu görmek için can atıyordum. En sonunda geçen hafta seyredebildik... Çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim... Bence kitap olarak iyi giden konu, tiyatro eseri olarak insanı biraz bayıyor. Celile Toyon iyi bir tiyatrocu ama bu oyun için oldukça ağır kaçmış; izleyenin üstüne üstüne gelen bir tarzı var... Sonra Nuri Gökaşan , Melda Gür, Onur Bayraktar'ın yerini alan ve adını bilmediğim oyuncu, aslında Volkan Severcan'ın oynayacağını beklerken adını bilmediğim ve ilk defa gördüğüm bir başka oyuncunun canlandırdığı rol, hepsi ağır karakterler... Yalnız Ayça Varlıer'e gelince akan sular duruyor... Yok böyle bir kız...Sizi ve oyunu alıyor, çeviriyor, çeviriyor, sizi şöyle bir silkeleyip rehavet halinde olduğunuz koltuklarınızda rahat bırakmıyor...Kendisini tebrik ediyorum, sadece onun canlı oyunculuğu için bu oyunu görün diyorum.

15 Şubat 2011

80'lerde Çocuk Olmak - Kadir Aydemir


Kitaplarla büyüyen, düşünen, araştıran; şiire, sevgiye ve ölüme inanan geleceğin belki de en kaliteli nesline selam olsun... Bu bir anı kitabı, 90 kişi tarafından yazılan ama hepimizin ortak anısı olabilen... Tam 70'de doğup, tam 80'de 10 yaşına başan, 80'lerini çocukluktan erginliğe geçişte dolu dolu yaşayan benim için yazılmış bir kitap. Okurken çok güldüm, çok ağladım, giden çocukluğuma, gençliğime...yaşlanmak bu galiba nostaljiye yenik düşmek...

Biz çocukluğumuzu çok uzun yaşadık. Hiç durmadan koştuk, akşamın nasıl olduğunu anlamadık, hava hiç kararmasın istedik, zamanı unuttuk, yok saydık, bize biri hatırlatana kadar oynadık, olanaklar ölçüsünde yeni oyunlar ürettik. Hepimiz küçük birer kaşiftik, 5 taş yeterdi tüm gün sıkılmamak için, bir merdiven ve bir yassı taş da; en kötü ihtimalle hepimizin kulakları vardı kulaktan kulağa oynamak için:))

Biz küçükken boş zamanlarımızda ansiklopedi karıştırırdık...Ben de Larousse'lu evlerin çocuklarına imrenirdim, fakat bütçemizin çok üzerinde olduğunu bilirdim. Aile bütçesinin nereye kadar uzanabileceğini bilmek de bizim çocukluğumuzla bitti herhalde...

Milliyet Kardeş dergisi bizim fenomenimizdi. Birsürü şeye onunla merak saldım, içinden çıkan çizgi romanları tüm aile kapışırdık... Mektup yazmayı seviyordum, Milliyet Çocuk'un arkadaş sayfasına ilan bile vermiştim. Yurdun dört bir yanından mektup arkadaşlarım olsun istiyordum; birkaç kişi cevap yazdı, içlerinden adaşım olan Kırıkkale'li bir kızla uzunca süre mektuplaştık, ta ki bir gün kapı çalıp onu karşımda görene dek... Kızıl saçlı ve çilli bir kızdı, o da beni merak etmiş, aptalca birkaç laf konuştuk, gitti; bir daha da yazışmadık, büyü bozuldu... Pul biriktirmek de diğer bir ilgi alanım olmuştu, derginin Filateli kısmında yazılanları harfi harfine uygular, babamın getirdiği iş mektupları ve kartlarının pullarını tarif edildiği şekilde ayırıp defterime yerleştirirdim... Okuldaki herkes birbiriyle pul takası yapardı...Yıllar sonra o günlerdeki defterimi ünlü bir filateliste gösterdim; "beş para etmez hatıra olarak sakla" dedi, ben de öyle yapıyorum, biz büyük sözü çok dinleriz...

İlkokula 5,5 yaşımda başladım; en yakın arkadaşım Nazmiye gidiyordu, ben evde mi oturacaktım... Annem dırdırıma dayanamayıp mahallenin ilkokuluna götürdü beni, adımı filan yazabiliyordum, öğretmene birkaç yazı numarası daha çektim, beni ogün okula aldılar... " Ben televizyonun tetiklediği bu erkenciliğin bedelini, aslında heryere geç kalarak halen ödüyorum."

Bir daha çocuk olsam yine 80'lerde çocuk olmak isterdim, başka hiçbir zamanda değil... Düşünüyorum da şimdiki çocuklar büyüyünce neleri özler?
"Akıllı ol"
"Eğer uslu bir çocuk olursak, günün birinde Şirinler'i görebiliriz."





11 Şubat 2011

Aşk Tesadüfleri Sever


Biraz Amelie tadında çevrilmiş bir Türk filmi "Aşk Tesadüfleri Sever"... Günümüzle geçmiş, başarılı geri dönüşlerle harika bağlanmış; aşkın işlenişi sizi sıcacık içine alırken, flashbacklerdeki karikatürize edilmiş tiplemeler biraz komik durmakla beraber, ağır gidebilecek klişe bir konuyu rahatlatıyor... Sonu keşke mutlu bitseydi de salondan gülümseyerek çıkabilseydim... Anladık kızın dünyaya geliş sebebi oğlanı kurtarmak ama.... bu kadar da olmaz ki... Bu arada Mehmet Günsür'ün evine bayıldım, işte hayalimizdeki ev... Benim en koptuğum sahne ise babanın oğluna bıraktığı kaset kaydı, keşke ben de babamdan bir sürpriz bulsaydım diye düşünmedim değil... Yaşadığımız hayattan bir film bu, hangimizin bir sır defteri olmadı ki, hangimiz çocukluğumuzu sokaklarda yaşamadık ki, onun için kendini çok sevdiriyor... Filmin en iyisi, Ayda Aksel... Müzikler ise oldukça etkileyici ve vurgulayıcı ...

2 Şubat 2011

90 Klasik Kitap, Henrik Lange





Hayatımda bu kadar kötü bir şey görmedim. Bir şey diyorum çünkü buna kitap demek ayıp olur. Ne amaçla yapılmış, şaka mı anlamadım. Kitapların, daha çok da filmlerin özetlerini içeriyor ve 3 karikatür karesinde anlatığını zannediyor. Sakın almayın ve adına kanmayın...
Şiddetle uzak durun...

















90 Classic Books for People in a Hurry