31 Aralık 2012

Anna Karanina


Tolstoy’un ölümsüz eseri Anna Karanina’nın konusuna aşina olmayan yok gibidir. Eser, sayısız kere beyaz perdeye aktarılırken, hikaye, nesilden nesile kitabı okuyamamış olanlar tarafından bile bilinir. Olay, 1874 yılının Rusya’sında geçer… Anna Karanina, siyasetçi kocası ve oğlu ile, St. Petersburg’da çok iyi konumda bir hayat sürmektedir. Erkek kardeşinin ailevi bir sorunu için gittiği Moskova’da, genç subay Vronsky ile tanışır. Vronsky’nin Anna’nın peşinden St.Petersburg’a gelmesiyle aralarında yasak bir aşk başlar. Anna, tüm sosyeteyi ve ailesini karşına alır ve bu ilişkiyi sonuna kadar yaşar. Son ise bir trenin altındadır…
Anna Karanina filminde üç başrol var:

Keira Knightley – Anna Karenina

Jude Law – Alexei Karenin

Aaron Taylor-Johnson – Count Vrosky

Ben  genel olarak Keira Knightley’den ve oyunculuğundan pek hoşlanmasam da, bu filmde Anna rolüne çok uygun olmuş diyebilirim. Jude Law, ne oynarsa oynasın her rolün hakkını verir. Vrosky ‘e değinmek bile istemiyorum çünkü oldukça itici ve sinir bozucuydu.

Yönetmen Joe Wright ve senaryo yazarı Tom Stoppard, filme ilginç bir yorum getirmişler. Film, dönemin Rus tiyatrosu sahnesinde başlıyor. Zaman zaman tiyatro seyircileri, filme dahil oluyor, sahneler, arası geçişler tiyatrodaki sahne değişimlerini anımsatıyor. Esas sahneden uzaklaşma, bir tiyatronun kulisi gibi, 1. Kat, 2. Kat, aşama aşama gerçekleşiyor. Kulis arkasına geçen oyuncu, bir sonraki sahneye dahil oluyor. Ne kadar anlatırsam anlatayım bu teatral ve fantastik şöleni gözünüzde canlandırmam mümkün değil. Birazdan sıkılıp benim saçmaladığımı düşüneceksiniz. Açıkçası film, klasik bir tekrar olsaydı asla izlenmeye değmezdi.  Bence bu modern ve ilginç Anna Karanina uyarlamasını kaçırmayın. 

20 Aralık 2012

Bulut Atlası - David Mitchell



Wachowski kardeşler ve Tom Tykwer’in yönettiği Bulut Atlası’nı 1 ay önce sinemada izledim. Ardından hemen kitabını alıp okudum. Biran önce filmi edinip tekrar izleyeceğim.
 David Mitchell tarafından yazılan Bulut Atlası, okuması ve anlaması son derece zor bir kitap. Hatta Sunday Telegraph’ın eleştirmeni, romanı aşırı karmaşık bulup, kitabı bitirmeyi ve eleştiri yazısı yazmayı reddetmiş. Kitap, farklı zamanlarda geçen altı farklı hikayeden oluşuyor. Birbirini etkileyen hayatlar, reankarnasyonlar, kendinden önce ve sonraki yaşamlardan etkilenen insanlar…  
Kitap ve film, “Adam Ewing’in Pasifik Güncesi” ile başlıyor. Genç avukat, bir iş anlaşması için gemiyle Pasifik adalarına gitmektedir ve bu esnada okyanusun ortasında bir dolandırıcı tarafından yavaş yavaş zehirlenir. Kurtuluşu, bir kölenin elinden olacaktır. Daha sonra da kendisini kölelerin kurtuluşuna adayacaktır.


İkinci kısım olan “Zedelghem’den Mektuplar” da güncenin kitap haline geldiğini görürüz. Babası tarafından mirastam mahrum edilen genç besteci Frobisher, yaşı epeyce ilerlemiş eski bir bestecinin yardımcısı olarak işe girer ve karısıyla gizli bir ilişki yaşar. Fizikçi olan gerçek aşkı Sixsmith’e yaşadıklarını anlatan mektuplar yazar, Adam Ewing’in oğlu tarafından bastırılan güncenin önce ilk, sonra diğer yarısını odasında bulur ve okur. Frobisher, üzerinde çalıştığı en büyük eseri “Bulut Atlası Altılısı”nı bitirir ve hayatına son verir.


Üçüncü hikayede, Frobisher’in sevgilisi Sixsmith, 80’li yaşlarında bir bilim adamıdır. Genç gazeteci Louisa Rey ile hayatları kesişir. Bilim adamının, büyük sağlık riskleri yayan bir nükleer santral ile ilgili yazdığı raporu, Rey ile paylaşması hem kendi hayatına mal olur hem de gazeteciyi büyük riske sokar. Heyecanlı kaçıp kovalamacalar ve cinayetler, filmlere ve kitaplara konu olur.


Bu roman taslaklarından biri, dördüncü hikayeye konu olan yayıncı Tom Cavendish’e ulaşır. Günümüzde geçen bu bölümde, zamanın polis şefinin yazdığı kitaptan kazandıkları Cavendish’in başını belaya sokar. Kardeşinden yardım isteyen Tom, kendini zamanın hapishanesi bir yaşlılar evinde bulur. Artık tek amacı buradan kurtulmak olmuştur. 80 yaş üstü arkadaşlarıyla, komik bir şekilde kaçışını gerçekleştirir.


Beşinci bölümde, Tom Cavendish’in yaşadıkları film olmuştur. Geleceğin Kore’sinde, yapay şehirlerde, yapay insanlar görürüz. Totaliter rejimin katılığında, düşünceler bile denetim altındadır. Suni insan Sonmi 451, sisteme baş kaldırır, Tom Cavendish hakkındaki filmin bir sahnesini defalarca izler “Rahimden mezara diğerlerine mahkumuz” şeklindeki replik bir ilke haline gelir. Kendisine eşlik eden sendika üyesi ile beraber insanlığı uyandırmak için harekete geçerler. Bu savaşı sonunda yakalanır ve öldürülürler. Ölmeden önce Sonmi, ileriki nesillere bir bildiri bırakır. Bu bildiriyi içeren kayıtla tanrılaşır.


Altıncı bölümde, büyük çöküşten sonra vahşilen dünyayı görürüz. Bir grup insan ilkel bir hayat sürerken vahşiler dünyayı ele geçirme çabası içindedir. Yıkımdan sonra dünyadan kaçanların bir bölümü uzayda yaşamakta ve arada dünyadakiler ile temasa geçmektedir. Herkes, put Sonmi’ye sonsuz itaat etmektedir.


“Büyük düşüş”ün hikayesi kitapta şöyle anlatılıyor: “Eskiler’in Zekası hastalıkların, kilometrelerin ve tohumların ustasıydı, mucizeleri sıradanlaştırmışlardı, ama tek bi’şeyin ustası diildi, o da insanların kalbindeki açlıktı, evet, daha fazlası için açlık”
Medeniyeti insanların açlığı kurdu, ama yine insanların açlığı yıktı…


Kitapta, çoğu yerde geçen reenkarnasyon çağrışımlarını, filmde, yönetmenler, aynı oyuncuları farklı dönemlerde, farklı karakter ve cinsiyetlerde karşımıza çıkararak aktarmaya çalışmış. Hikayelerin sıralamasına göre, Tom Hanks (Dr. Goose/ Otel Müdürü /Isaac Sachs/ Hoggins/ Cavendish /Zachry), Halle Berry (Kabile Üyesi/ Jocasta/Luisa Rey /Parti Konuğu / Ovid/ Meronym), Jim Broadbent (Kaptan Molyneux /Vyvyan Ayrs/Timothy Cavendish/ /Koreli Müzisyen/Öngörülü 2), Hugo Weaving (Haskell / Tadeusz Kesselring /Bill Smoke/ Hemşire Noakes/ Mephi /Yaşlı Georgie), Jim Sturgess (Adam Ewing/Highlander/Hae-Joo/ Zachry’nin kardeşi), Bae Doona (Tilda/ Meksikalı Kadın/Sonmi-451/Sonmi-351/ Fahişe Sonmi /Zachry’nin kızkardeşi ), Ben Whishaw (Rafael/ Robert Frobisher/ Kayıtçı Clerk/Georgette/Köylü), James D’Arcy (Genç Rufus/Yaşlı Rufus/Hastabakıcı James/Arşivci), Xun Zhou (Yoona-939/Rose/Otel Müdürü), Keith David (Joe/Kupaka/Ankor Apis/Öngörülü), David Gyasi (Autua/Lester), Susan Sarandon (Bayan Horrox/Yaşlı Ursula/ Yusuf Süleyman, Başrahibe), Hugh Grant (Giles Horrox/ Komi/ Lloyd Hooks / Denholme Cavendish/ Gözetmen Rhee/ Koona Şefi)

rollerinde karşımıza çıkıyor. Çoğunu ayırt etmek zor. Filmi izlemeden önce çalışırsanız daha iyi olurJ
Bir diğer nokta da her bölümde, baş karakterlerden birinin, kuyruklu yıldız şeklinde bir doğum lekesi taşıması. Ayrıca, aynı oyuncuya farklı dönemlerde aynı misyonlar yükleniyor. Örneğin Hugo Weaving tüm rollerde kötü adamı canlandırırken Jim Sturgess, Adam Ewing rolünde köleliğe, Hae-Joo rolünde ise totaliter rejime karşıdır. Halle Berry ise hem Louisa Rey, hem de Meronym rollerinde, insanlığı kurtaran bir melek olarak karşımıza çıkar… Jim Srurgess ve Bae Doona'nın hem 1849, hem de 2144 yıllarında sevgili olduklarını görürüz.


“Bulut Atlası” hem kayda değer bir film, hem de kayda değer bir kitap. Ancak kitabı bitirmek gerçekten sabır istiyor. Pek çok bölümünü anlamadan okuyorsunuz. Filmi önceden izlemesem kesin yarım bırakırdım. Filmin pek çok dalda 2013 oscarlarına aday olacağı ve bir kısmını da kucaklayacağı kesin…



Cloud Atlas



12 Aralık 2012

Nisiros - Bu yazın Yunan Adaları-3



Bizim Knidos Burnuna sadece 10 deniz mili uzaklıkta olan yanardağ adası Nisiros’a gitmek bu seneye kısmetmiş. Bağlanmak için ana liman yerine Paloi Limanını tercih ettik. Liman boyunca dizilen tavernalardan birinde öğle yemeğimizi yedikten sonra plajın yolunu tuttuk. Paloi, bir nevi Avşa adasını andırıyor, denizi de bizim Marmara denizi gibi sığ, az tuzlu, dibi çamurlu… Çok keyifli bir deniz banyosu olmadı anlayacağınız. Adaya gelirken ters akıntı ve dalga nedeniyle biraz yıprandığımız için o geceyi yine Paloi’de geçirdik.

Ertesi sabah, kahvaltıdan sonra kiraladığımız arabayla ada turuna başladık. Yukarılara tırmanırken seyir için durup bol bol resim çektirdik. İlk durağımız, adanın en üst noktasındaki Emporios Köyü oldu… Tipik mavi-beyaz renklerde Rum evlerinden oluşan köyün dar sokaklarına araba ile girilemiyor. Arabamızı park edip kendimizi sürprizli sokaklara attık. Havaya hakim olan kötü koku –ki sonradan bunun adada aktif olan volkandan gelen sülfür kokusu olduğunu anladık-  biraz rahatsız ediciydi. Emporios, oldukça iyi korunmuş ve AB fonu sayesinde güzelleştirilmiş, keyifle geziliyor. Gezinti sonrası soluğu cafede aldık veeeee dünyanın en güzel volcano tatlısını (içinden çikolata fışkıran kek) burada yedik. Hiç abartmıyorum, yiyeli 6 ay oldu ama tadı hala damağımda:)
 İkinci durağımız, dev yanardağ krateri oldu. Burası bir vadi, çevresinde dik dağlar var ve deli gibi rüzgar esiyor. Kraterin ağzına gelip içine kadar inebiliyorsunuz. Yaklaşık 25 m. derinlikteki kraterin ancak yarısına kadar gitmekle yetindik çünkü her inişin bir de çıkış var…İlginç bir deneyimdi, sırf bunu yaşayabilmek için bu adaya gitmeye değer.




Akşamüstü son durağımız adanın ana limanı olan Mandraki'ydi. Burası oldukça turistik, kıyı boyunca uzanan dar yollarda cafeler, tavernalar, mağazalar, hediyelik eşyacılar… Mandraki’yi canlı tutuyor. Adayla ilgili kitapçıklarda, bademle yapılan alkolsüz bir likör olan soumadayı ve tarçın likörünü (kanelada) denemeden ve almadan dönmeyin diyorlar. Biz denedik, ikisi de birbirinden kötüydü. Akşam yemek için yine Paloi’deki tavernaları tercih ettik. Artık bu tavernada kendimizi evde gibi hissediyoruz. Geceyi Moshonis’te geçirip ertesi sabah erkenden Rodos’a gitmek üzere yola koyulduk.

11 Aralık 2012

Tilos - Bu yazın Yunan Adaları-2



Yunanistan’ın Dodecanese Adalarından biri olan Tilos’a bu sene ilk kez gittik. Aynı adaya Symi’den Ferry ile de rahatça ulaşılabiliyor. Tilos’un 5-10 teknelik mini bir marinası var. Tekneyle yanaşırken motoruyla yanımızda biten görevli bayan, oldukça misafirperverdi ve her türlü konuda bize çok yardımcı oldu. Tilos’un merkezi küçücük, bir uçtan bir uca yürüyüş mesafesi yarım saat. Adada yaklaşık 500 kişi yaşıyor. Tilos’un inanılmaz bir denizi var; bence bugüne kadar gezdiğim Yunan Adaları içinde en güzeli. Tüm günümüzü kıyı boyunca uzanan doğal plajda geçirdik. Akşamüstü sıra, adanın ara sokaklarında kaybolup fotoğraf çekmeye geldi. Tilos, bence Assos’u andırıyor, tırmanan dar, ara sokaklar ve yarı restore edilmiş, yarı yıkık taş evler…
Akşam yemeği için sahilde bir taverna seçtik: Sofia’s Family Taverna. Menünün ve masa örtülerinin üzerinde tavernanın ve sahiplerinin bir karikatürü var. Öğrendiğimize göre burası gerçekten bir aile işletmesi, bize hizmet eden kişi, tavenanın sahiplerinden, kardeşleri mutfaktaymış, karikatürde yer alan anne ve babaları geçtiğimiz senelerde birbirinin ardından vefat etmiş. İnanılmaz keyifli ve uygun fiyatlı bir akşam yemeği oldu.

Güzel bir kahvenin ardından geceyi Moshonis’te geçirdik. Ertesi gün, yanardağ adası Nisiros’a gitmek üzere yola koyulduk.

8 Aralık 2012

Rodos - Bu yazın Yunan Adaları-4


Bu bizim Rodos Ada'sına üçüncü gelişimiz. Daha önceleri, Mandrake limanının küçüklüğü ve kalabalıklığı dolayısıyla çok uzun kalamadığımız Rodos’ta, bu kez dolu dolu tam 4 gün geçirdik. Rodos’un merkezi, masallara layık, sur içindeki eski şehir ile iç içe geçen modern şehirden oluşuyor. Rodos, sırasıyla, Antik Yunan,  Saint John şövalyeleri, Osmanlı İmparatorluğu, İtalya ve Yunanistan'ın egemenliğine girmiş. Eski şehirde, şövalyelerden kalma surların içinde, çok sayıda Osmanlı eserini görmek mümkün ancak bunların hiçbiri gezilemiyor. İlk günümüz, sur içini arşınlamakla geçti. Bizdeki Kapalıçarşı çevresindeki Mahmut Paşa ve Sultan Hamam’ın çok iyi korunmuş halini anımsatan Rodos’un eski çarşısı gerçekten görülmeye değer… Hediyelik eşya dükkanları ile lokanta ve kafeler, tarihi doku içine çok güzel adapte olmuş Özellikle sur içinin gece hali çok etkileyici, kendinizi bir film dekoru içinde hissediyorsunuz.
Ertesi gün, iki günlüğüne araba kiraladık. İlk durağımız Falaraki Plajı oldu. Çok sevimli olmayan, Marmara Denizi kıvamında bir denize sahip plaj, sadece uçsuz bucaksız olmasıyla ünlenmiş olabilir. Dalgalı, yüzülmesi zor bir açık denizde zorla sahile dönebildim ve bir daha da girmedim. Öğlen yemeği için döner yedikten sonra Lindos’a doğru yola koyulduk. Lindos, adanın ikinci büyük yerleşimi, dar sokakları, beyaz evleri, Haçlı kalesi ve çok güzel bir denize sahip kumsalı sayesinde buradan çok keyif aldık. Akşam, kumsaldan en son ayrılanlardan biri de bizdik. Akşam yemeğimizi yine sur içinde yemeği tercih ettik. Adada 3000 civarında Türk yaşıyor, ve adanın Yunan halkı da Türkleri çok seviyor. Yemek yediğimiz yerlerde, alış-veriş ettiğimiz mağazalarda mutlaka Türklere rastladık. Bazı lokantalarda Türkçe menüler bile var.

Üçüncü günümüz yine araba tepesinde geçti. Rodos’un ormanlık alanlarına doğru yola çıktık. Antik yerleşim merkezinde durup köşe bucak gezdik. Burada kazılar hala devam ediyor. Yolumuzun üzerindeki dağ köylerinde durup soğuk sıkma zeytinyağı aldık ve yemek yedik. Öğleden sonra yine soluğu Lindos koyunda aldık. Burada deniz bir başka keyifli…  
Bayanlar, yabancı bir ülkeye gidince ne yapmadan duramazlar? Tabii ki alış-veriş. En son günümüz, sabahtan akşama kadar alış-veriş caddelerinde geçti. Öğleden sonra siesta saatinde maalesef mağazalar kapalıydı. Saat 17’den sonra, kaldığımız yerden devam ettik. Akşamsa bu kez yeni şehir tarafında mükemmel bir tapas restaurant bulduk. Yunan yemeklerine ara vermek iyi geldi. Ertesi gün, kahvaltıdan sonra Yunanistan’dan çıkışlarımızı yapıp Rodos limanından ayrıldık.
Rodos’la ilgili en çok ilgimi çeken şey, dünyanın yedi harikasından biri sayılan, ancak şu an yerinde olmayan Rodos heykeli…
Wikipedi’de Rodos heykeli hakkında şunlar yazıyor:
“Rodos Heykeli Rodos adasındaki Rodos şehrinin limanının girişinde bir zamanlar bulunduğuna inanılan Yunan tanrısı Helios'un heykelidir. Rodos Adası sakinleri tarafından MÖ 305-304 tarihleri arasındaki bir yıllık kuşatmadan kurtulunca sevinçlerini bir heykel dikerek ifade etmişler. Heykeltraş Lindoslu Khares'in yaptığı Güneş Tanrısı Helios'u simgeleyen heykel 32 metre yüksekliğindeydi ve tunçtan yapılmıştı. Liman girişinde duran heykelin bacaklarının arasından gemilerin geçtiği şeklinde bir söylence vardır ancak o zamanların yapım teknikleri ve malzemeleriyle böyle bir heykelin yapılması mümkün değildir. Heykel MÖ 225 veya 226'daki bir depremde yıkılmış, birkaç asır yan yatmış halde kalmış. Ayrıca bu heykel Dünyanın Yedi Harikasından biri olarak kabul edilmektedir.

28 Kasım 2012

Symi - Bu Yazın Yunan Adaları 1


2007 yılından beri sevgili Moshonis ile yaptığımız Yunan adaları seyahatinin en keyifli ve en güzel durağı olan Symi’ye bu yaz da birkaç kere uğramadan edemedik. Daha önceki senelerde, günü birlik de dahil olmak üzere, elimizi kolumuzu sallayarak, sanki kendi ülkemizmiş gibi rahatça girdiğimiz bu güzel adaya artık giriş için yaklaşık yarım gün süren bir gümrük muamelesinden sonra girebiliyoruz.
Bu sene, Nena teknesinden arkadaşlarımızla yapacağımız 10 günlük Yunan Adaları turu çerçevesinde ilk durağımız Symi oldu. Symi, u biçiminde bir doğal limanın çevresinde, tepelere yayılarak şehirleşmiş. En yüksek bina, 4 katlı, baktığınızda birbirinin aynı gibi görünen, ancak detayda birbirinden farklı binalar, göze oldukça hoş görünüyor. Bence dünyada mimarlar, şehir plancıları ve belediyecilerin en önce görmesi gereken şehirlerden biri Symi… Binaların renkleri sarı, mavi, yeşil ve kiremit renginin tonlarından ibaret ve hiçbir bina, diğerlerini ezmiyor, tüm inşaatlar çevreye saygılı. Kıyılarımızdan en fazla anca 7 mil uzaktaki Symi adasına tüm kıyı şeridimizdeki belediyelerin, teknik gezi yapmaları ve bir şeyler öğrenmeleri şart…
 İlk günümüz, merkezdeki tek plaj olan Nos Beach'de geçti. Öğlen sıcağında yaptığımız yaklaşık yarım saatlik yürüyüşten sonra,  serin denizin, biranın tadını çıkardık. Akşamüstü, biz bayanların en keyifli saatiydi: Tabii ki bu saatin adı ALIŞVERİŞ…  Limanın kenarına sıralanan dükkanların birinden çıkıp birine girdik. Symi de, dünyaca ünlü markaların satıldığı, pahalı mağazalar çoğalmaya başladı. Bununla birlikte yıllardır hiç değişmeyen birkaç el yapımı seramik ve takı mağazasını gezmeden yapamam.  Ana limana paralel sokaktaki şarküteri ise, güzel kalamata ve peynirleri , jambonları, envai çeşit güzel ve ucuz şarapları ile alışveriş etmeye bayıldığım dükkanlardan biri… Symi’yi pek çok kişi ünlü Manos restaurantıyla tanır… Biz şimdiye kadar ancak bir kere burada yemek yedik. Mekanın sahibi Manos, tam bir Türk dostu, fiyatlar biraz pahalı, servis ve sunum, menüler enfes ancak restaurantı dolduran Türkler, burayı biraz klostrofobik yapıyor; biz pek kalabalık ve gürültülü yerleri tercih etmiyoruz. Akşam yemeği için en sevdiğimiz mekan, yine limana bir paralel sokaktaki pizzacı. Deniz ürünleri, makarna ve risotto tabakları, enfes pizzaları ile her gece orada yemek yesem bıkmam. O gece de tercihimiz Pizza Bella Napoli oldu. Tekneye 2 kilo fazla girdik.

  Ertesi gün, hiç yapmadığımız bir şey yapmaya, Symi’de tekne günübirlikçisi olmaya karar verdik. 10.30-dan 17.00 ye kadar adanın tüm koylarını, tekne ile dolaştık, her koyda kendimizi denize attık, daha ilk koyda neşeli kaptanımız masamıza kocaman bir şişe uzo koydu, içtik, neşelendik, 72 millet aynı teknedeydik; Türk olduğumuz için inanılmayacak kadar ilgi gördük, çok eğlendik, çok güldük…Adanın arka tarafındaki minik adalardan oluşan cennet koyda muhteşem bir açık büfe yemek düzenlendi, çok yedik, patladık. Güzel bir gün oldu, Moshonis’in giremeyeceği koylara adım attık. Akşam, limandaki bir restaurantta sadece Yunan mezeleri yedik. Symi’ye özgü Kızarmış küçük karidesler (Symi Shrimps), kızarmış kaşar peyniri (Cheese Saganaki), fırınlanmış beyza peynir (grilled feta cheese) en sevdiğim mezeler; Yunanistan’daki her restaurantta aynı mezeleri mutlaka denerim…
3. günümüzde, Symi limanından ayrıldık. Adanın arka tarafındaki Panormitis Manastırı’nı, Nena teknesine göstermek için limana girdik. Panormitis, bir Aya Nikola manastırı, denizcilerin en kutsal saydığı ibadet yerlerinden biri… Denizcilikle ilgili objeler bu manastırdaki azizlere hediye olarak bırakılıyor. Her gün büyük feribotlarla gelen yüzlerce kişi burayı ziyaret ediyor. Bu feribotlar da koyda demirde rahatça kalmanızı engelliyor.  Bu sebepten uzaktan manastıra bir göz atıp hemen çıkıp Tilos Adasına doğru yola koyulduk…

25 Kasım 2012

Aşkın Renkleri -La Delicatesse- David Foenkinos

* Nathalieler bariz şekilde nostaljiye meyilli olurlar (*Kitaptan).


"Fransa’nın son yıllarda öne çıkan yazarlarından David Foenkinos’un yazdığı modern bir aşk romanı olan Aşkın Renkleri, Fransa’da pek çok önemli ödüle değer görüldü, on beş dile çevrildi, haftalarca çok satanlar listesinde ilk sıralarda yer aldı."
"David Foenkinos’un Stéphane Foenkinos’la birlikte yönetmenliğini yaptığı, kitaptan uyarlanan film de Fransa’da yüz binler tarafından izlendi."
Bu kadar alıntı yeter:))


Nathalie, hayatının erkeğiyle bir cafede tanışır ve evlenirler. Birkaç sene süren mutlu evlilikleri, Nathalie'nin kocasının bir trafik kazasında ölmesiyle son erer. (Kitapta çok ilgimi çeken bir nokta oldu, kocası yürüyüş için dışarı çıktığında, Nathalie bir kitap okumaktadır. Bir müddet sonra kucağında kitap uyuya kalır... Kocasının ölüm haberini aldığı telefondan sonra gayri ihtiyari, kitapta kaldığı yeri bir ayraçla belirler... Her şey bitip eve döndüğünde, kitabı kaldığı yerden okumaya devam etme konusunda kararsızdır... Herşey, hiç bir şey olmamış gibi, nasıl devam edebilir?) 
Bir İsveç şirketinde müdür olarak çalışan Nathalie, acısını kendini işine vererek dindirmeye çalışır. Dalgın olduğu bir anda, İsveç asıllı bir çalışanını öpmesiyle hayatı yeni bir şekil alır. Son derece iddiasız bir tip olan Markus, bu durumdan çok etkilenir. Nathalie ise ne yaptığının farkında bile değildir. Bir müddet sonra, arkadaşlıkları birbirlerinden hoşlanmaya dönüşür... Nathalie, kendisini tekrar yaşama döndüren espritüel Markus'tan etkilenmeye başlar, ast-üst ilişkileri, Nathalie'yi işi bırakıp Markus'un peşinden gitmeye kadar götürür. 




"Aşkın Renkleri"'nin önce kitabını okudum. Son derece akıcı, sevimli, modern üslupla yazılmış naif Fransız edebiyatını çok sevdim...  Amelie filminde tanıyıp beğendiğimiz Audrey Tautou'nun baş rolünde oynadığı film ise kitabı çok güzel yansıtmış. Markus karakterindeki François Damiens’in unutulmaz performansı ile film, Fransız sinemasının dramatik ve eğlenceli romantik-komedi türlerine dahil oluyor.
Bence siz de benim gibi yapın, önce kitabı okuyun ve keyif alın; sonra filmi izleyin ve kitapla hayal ettiklerinizi birebir izleyin.



La Délicatesse




22 Kasım 2012

Bora'nın Kitabı - Ayşe Kulin


Ayşe Kulin'in "Gizli Anların Yolcusu" kitabının devamı ya da "ek kitabı" niteliğinde olan "Bora'nın Kitabı" nın piyasaya çıkması benim için bir sürpriz oldu. İlk kitapta ana kahramanlardan biri olan ve hayatını burnumun direği sızlayarak ara pasajlarda okuduğum Bora'nın ağzından kendi hikayesini ve bilinmeyenleri öğrenebilecektim. İlk kitapta, İlhami'nin tarafından dinlediğimiz Bora, biraz kapalı kutu, içten pazarlıklı ve görgüsüz. Bu kitapta ise Bora'yı, biraz daha "olamaz" bir karakter olarak algıladım. Köyde, inanılmaz kötü şartlarda, inanılmaz cahil bir ailede, yobaz bir çevrede doğup büyüyen Bora, eşcinselliğinin sancılarını içinde yaşarken, bir yandan da tecavüzlere maruz kalır. Kendisini "yok" olarak görmek isteyen bir baba ve, son derece pasif bir anneye sahiptir. Ailede tek sevdiği kendinden küçük, sakat kız kardeşidir. Kan kardeşi Recep'le birlikte kendilerini Güneydoğu'daki kaçakçılara yardım ederken bulurlar. Kız kardeşinin ,Bora'nın hapse girmesini engellemek için yaptığı ihbarla, kendisini askerde bulur. Askerde yaşadıklarıyla büyük bir buhranın içine girerken - bu kısım da belirsiz ve belki ileride başka bir kitap konusu olur- kız kardeşini ve ailesini defterden siler. Askerden sonrası ise Bora için yepyeni bir hayattır. Grafikerlik okur, adını ve kimliğini değiştirir, tesadüf eseri görüp aşık olduğu İlhami'nin reklam şirketinde kendini işe aldırır. Evli olan İlhami ile sevgili olurlar. Bir gün kan kardeşi Recep'i tesadüf eseri Beyoğlu'nda görür. Anne babasının bir düğün faciasında öldüğünü, kız kardeşinin ise intihar ettiğini öğrenir. Recep'i kaçakçılık işlerinden kaçırıp yurt dışına göndermeye çalışır. Acı son yine Bora'yı bulur. Yanlışlıkla, yaşadığı apartmanın dördüncü katından aşağıya düşerek yaşamını yitirir. İlhami, en kuvvetli zanlı olarak tutuklanır.
Ayşe Kulin kolay okunan, çok fazla kafa yorulması gerekmeyen bir ikinci kitapla yine çok satanlar listesine girdi. Bu kitabı ilerde, İlhami'nin karısının, İlhami'nin kızının, Recep'in, Bora (Bedri)'nın kız kardeşinin ağzından tekrar tekrar yazabilir. İşte yazarlıktan para kazanmanın bir başka hinliği... Okuyucuya her kitapta azar azar bilgi ver ve yeni kitabının potansiyel okuyucularını hazır tut... Bu kısır döngüye girdim bir kere; yine alırım, yine okurum:))






21 Kasım 2012

Paris'teki Eş - Paula McLain


Adınız Ernest Hemingway ise her türlü çılgınlığı yapmakta serbestsiniz demektir. Kitap, Hemingway'in 1920'lerde, kendinden sekiz yaş büyük Hadley ile yaptığı ilk evliliğini, sanatçıların kendilerine mesken tuttukları Paris'i ve yazarlık serüvenini anlatıyor.
Gertrude Stein, Scott ve Zelda Fitzgerald, Ezra Pound gibi edebiyat dünyasının ünlüleri Hemingway'in yaşamında önemli bir yer tutar. Aynı ideali paylaşırlarken, birbirlerine her konuda destek olmayı da ihmal etmezler ve komün hayatı yaşarlar. Yazarın ilk karısı Hadley, Hemingway'in henüz hazır olmadığı ve istemediği bir çocuk dünyaya getirir. Çocuğunu ve Hemingway'i aynı anda büyütürken, yazarın ölüm korkusu dolayısıyla yaşadığı hezeyanlara ve çapkınlıklarına da dayanmaya çalışmaktadır. Öyle ki gün gelir yazar ve sevgilisiyle aynı evi ve yatağı paylaşmak durumunda kalır. 
Yazar Paula McLain, Hemingway'in yaşamını, iç hesaplaşmalarıyla birlikte tamamen önümüze seriyor. Hemingway, genç yaşta, tüfekle intihar eden babasının etkisinden ve savaş muhabirliği sırasında yaşadığı dramatik olaylardan bir an bile kurtulamıyor. Hayatı, kendini bir gün öldürme düşüncesiyle geçiyor ve sonunda bunu gerçekleştiriyor.
Biyografik roman sevenler için "Paris'teki Eş", güzel kurgulanmış ve okuyucuyu sıkmayan bir kitap. Allen'in "Paris'te Bir Gece" filminde ele aldığı Paris'in bohem çevresi, bu kitapta en ince ayrıntısına kadar gözler önüne serilmiş.



The Paris Wife




11 Kasım 2012

Kinyas ve Kayra - Hakan Günday


"Az" romanı ile sondan okumaya başladığım Hakan Günday'ın ilk kitabı olan "Kinyas ve Kayra" 2000 yılında yayımlanmış... Roman, Kinyas ve Kayra takma adlarında iki çocukluk arkadaşının birlikte evden kaçarak, hayatı tüketircesine yaşadıkları cinayet, ölüm, uyuşturucu, kadın, kötülük, dayak ve sonsuz çılgınlıklarla geçen hayatlarını anlatıyor. İkisi de hem kendilerinden, hem de hayattan bezmiştir ve mutluluğu değişik sonlarda ararlar.
Roman, üç kitaptan oluşuyor. Yurt dışında, şiddetin kol gezdiği ülkelerde geçen ilk kitapta, hem Kinyas hem de Kayra, bir yandan birlikte yaşadıklarıyla, öte yandan farklı iç dünyalarıyla ayrı ayrı tanıtılıyor. Kitabın sonunda, ikilinin yolları ayrılıyor. İkinci kitapta, Kayra'nın hikayesine tanıklık ediyoruz. Kayra, kendisine bir fahişeyi yoldaş olarak alıyor ve onu kendisine bakmak için ikna ediyor. Kayra'nın hikayesi, onun dünyadan elini ayağını çekmek üzere inzivaya, kendi ölümüne çekilmesiyle sonlanıyor. Üçüncü kitapta ise Kinyas'ın eve dönüşüne şahit oluyoruz. Ailesi onu tüm günah ve sevaplarıyla kabullenirken, Kinyas bir taraftan tekrar normal bir insan olmanın sancılarını yaşarken bir taraftan da kendi istediği ölümüyle savaşıyor.
Hakan Günday, ilk romanında kendini de bir köşeye monte etmiş. İlk kitapta, Kinyas ve Kayra'nın birlikteliğinde, ileride bu yaşananları yazacak, ilk romanının sancılarını çeken yazar karakteri, biraz acemice olmuş bence... Eminim bugün yazsa bu bölümleri o da çıkarmayı düşünür. 
Hakan Günday meraklıları için güzel ve iyi kurgulanmış bir "ilk roman". Hakan Günday, okuyucuya yumruk yemiş gibi hissettiriyor. Hemen hemen her sayfasında, kafanıza kazınacak bir söz, sizi derinden etkileyecek diyaloglar buluyorsunuz. 
Diğer kitaplarını da araya esler vererek mutlaka okuyacağım.