31 Ocak 2012

İki Cami Arasında Aşk, Mürvet Sarıyıldız


Mimar Sinan 18 yaşında kendi arzusuyla devşirilir. Kitaba göre, Karaboğdan Seferi sırasında Mihrimah Sultan'a aşık olur. Onun için ölür biter, 50 yaşındadır, ölen ilk karısının ardından ikinci karısı ile evlidir ama Mihrimah'tan vazgeçemez. Koskoca Mimar Sinan tüm hayatını Mihrimah'a yaranmak, onun seveceği eserler yapmak, onu unutmak için eserler yapmak gibi işlere adar. En sonunda hem Edirnekapı'da hem de Üsküdar'da iki adet Mihrimah Sultan Camii inşaa eder. Senede belli bir günde, her iki caminin de görüldüğü bir noktadan bakıldığında, birinde güneş, diğerinde ay görülür, falan filan... Son derece dayanaksız bir konuda son derece saçma sapan yazılmış bir roman... O kadar kalın göründüğüne bakmayın, dünyada eşi benzeri var mıdır bilmem ama yazılar sadece sağ sayfalarda yer alıyor, tüm sol sayfalarda ise bir siluet var... Yazarı tebrik etmek lazım, günümüzün moda konusu olan Osmanlı Hanedanı ve hayatı konusunda son derece 3. sınıf bir aşk romanı yazmış, turnayı gözünden vurmuş... İyi şeyleri okumayı çok sevmeyen toplumumuz da almış bu kitabı "en iyi satanlar" listesine çıkarmış; helal olsun:))



30 Ocak 2012

Marie Antoinette'nin Gizli Günlüğü, Carolly Erickson


Kitap, "ekmek bulamazlarsa pasta yesinler" lafı ile ünlü- ki son dedikodulara göre kesinlikle böyle bir şey dememiştir- Marie Antoinette'nin debdebeli hayatını ve hazin sonunu anlatıyor. Avusturya Prensesi olan Marie Antoinette, politik sebeplerden ötürü Fransa Kralı 16. Louis ile evlendirilir. Kendisinden beklenen, hanedana çocuk vermesi ve politik ilişkileri sonuna kadar sürdürmesidir. 16. Louis, tahta zorla geçirilmiş, kral olmaya son derece uzak bir kişiliktir. Halkının fakirlik içinde yaşamını görmezden gelirken, borç içindeki sarayın yönetimini de idare edemez. Marie Antoinette ise sarayın paralarını har vurup harman savururken bir yandan da İsveçli aşığı ile gününü gün eder... Halk bu olaya tepkisiz kalmamaktadır. 1789 ihtilali ile birlikte korkunç son gelir... Özgürlükçüler, halkı kurtarmak ve monarşiye son vermek için son derece kanlı eylemlere girişirler... 16. Louise ve Marie Antoinette'nin sonu ise giyotin olur... Bu tarihi, kurgu kitap, birinci derecede kahraman olan Marie Antoinette'nin ağzından, günlük şeklinde yazılmış ve inanılmaz keyifli okunuyor... Bir dahaki Paris seyahatimizde bir kez daha Versailles Sarayı yolları görünüyor bize...




 The Hiden Diary of Marie Antoinette





29 Ocak 2012

Bir Zamanlar Anadolu'da


Nuri Bilge Ceylan filmi izleyebilmek herkesin harcı değildir. Bir kere sabırlı olacaksınız, zaman bizim yaşadığımız zamandan daha ağır akar; bunu kabulleneceksiniz, diyaloglar azdır ve siz oyuncuların mimiklerinden anlamlar çıkaracaksınız, filmi birden fazla kişi izliyorsanız herkes başka bir şey anlamış olacak ve siz kendi zekanızdan şüpheye düşeceksiniz, bir de film en olmayacak yerde bitecek ki siz iyice afallayacaksınız, bazı noktalarda filmi yakaladım iyi gidiyor derken bazen bakacaksınız filmden kopmuş başka şeylere odaklanmışsınız...
Tüm bunları kabullenip güzel manzaralar eşliğinde "Bir Zamanlar Anadolu'da" filmini izledim. Bir cinayetin ardından ıssız kırlarda maktulun bulunması ve otopsisi ile sonuçlanan filmde, Fırat Tanış zanlı, Yılmaz Erdoğan komiser rollerinde kayda değer portreler yaratıyor. Tüm gece birkaç noktada aynı şekilde ve aynı şartlarda maktulün aranması, bir elmanın 3 dk. boyunca yuvarlanıp diğer yuvarlanan çürümüş elmalar yanında yer alması gibi filmi yavaşlatan sahneler, bu kez, Nuri Bilge Ceylan filmlerinde pek alışık olmadığımız yoğun diyaloglarla beslenmiş. Ödüllü filmler bana göre değil diyorsanız seyretmeye pek yeltenmeyin derim.

28 Ocak 2012

Bir Gün, David Nicholls



"Bir Gün" kitabını, henüz bu kadar kitleye ulaşmamışken, bir arkadaşımın tavsiyesiyle okudum. Kitap, Emma ve Dexter'ın, 1988 yılından bugüne, her sene 15 Temmuz gününde yaşadıkları olayları konu ediyor. Emma, okulun silik kızlarındandır ve en popüler çocuk olan Dexter'a platonik olarak aşıktır. Mezuniyet törenlerinde tuhaf bir yakınlaşma yaşarlar ve o günden sonra birbirlerinin en iyi arkadaşı olurlar... Dexter hayatını da popüler kültüre uygun bir şekilde yaşar ve tv dünyasında ün sahibi olur. Emma ise çocuk romanı yazma idealinde, öğretmen olur ve en sonunda amacına ulaşır. Dexter bir başkasıyla evlenir ancak özel hayatında son derece başarısız olur... Yıllar sonra Emma ile hayatları birleşir ve tam mutlu olmuşlarken Emma hayatını kaybeder... Bu klişe hikaye, romanda son derece iyi dile getirilmiş, flashbacklerlerle desteklenmiş bir anı defteri gibi... Ancak filmi için aynı şeyi söylemek zor. Anne Hathaway'in oynadığı film, gerçekten başarılı bir şekilde senaryolaştırılmış ve bazı sahnelerde -kitabı birebir anımsattığı için- "ben bu filmi daha önce izledim mi acaba " dedirtiyor insana... Bununla beraber her çok satan kitap iyi film olacak diye bir kural yok ne yazık ki. Kitap gereği, son derece birbirinden kopuk bir hikaye olmuş ve insanı sürüklemiyor, hatta yer yer sıkıyor.



 One Day




24 Ocak 2012

Ejderha Dövmeli Kız, Stieg Larsson

İsveçli yazar Stieg Larsson'un" Millenium Üçlemesi" serisinin ilk kitabı olan Ejderha Dövmeli Kız'ı 2 sene önce severek okumuştum. Başlarda İsveç isimlerine yabancı olmamdan dolayı anlama güçlüğü çeksem de ilk 100 sayfanın sonunda beni inanılmaz saran romanı 3 günde bitirdim... Daha sonra serinin 2. ve 3. kitaplarını çıktığı an alıp bitirdim... Alman, İsveç, Danimarka ve Norveç ortak yapımı olan 2009 yılında çekilmiş filme de koşarak gittik. Yine diğer iki film, kitapları pekiştirmeme yardımcı oldu... Doğrusu kitaplara saygı duyularak yapılmış çok içten filmlerdi bunlar ve başroldeki Noomi Rapace oldukça gerçekçiydi... Sonuçta neden Hollywood sineması bu filmi yeniden yorumlayıp çekme sevdasına düştü bilmiyorum ama ben Avrupa Sinemasını her zaman Hollywood sinemasına tercih ederim ve çevremdeki herkes bu durumdan nefret eder...

Gelelim David Fincher imzalı filme: Fincher, filmografisi ile ilgi çeken bir yönetmen. "Oyun", "Dövüş Klubü", "Yedi", "Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi" daha şimdiden kült olmuş filmler. Yani Hollywood baştan kazanmaya oynamış... Filmin cast'ı gayet başarılı olmuş. Özellikle, kötü bir çocukluk geçiren ve yeni yeni sosyalleşme yolunda olan ejderha dövmeli ve piercingli "acayip" yaratık Lisbeth Salander'i canlandıran Rooney Mara övgüye değer bir performans gösteriyor. Soğuk İsveç manzaraları içimizi üşütürken, set sanki Avrupalı yapımcılar tarafından Hollywood'a kiralanmış da "buyurun bakalım bir de sizin marifetlerinizi görelim" demişler izlenimi yaratıyor. Senaryo hafif dokunuşlarla kitaptan saptırılırken her iki filmi izleyip aynı zamanda kitabı da okuyanlar için soru işaretleri ve karmaşalar yaratıyor. Örneğin gerçekte Avustralya'da ortaya çıkması gereken Harriet İngiltere'de bulunurken diğer kuzenlere ne olmuştur? Martin diğer kadınları nasıl ve niye vahşetle katletmiştir?
Benim önerim önce bu filmi izleyin, sonra ilk kitabı okuyun, üzerine Avrupa yapımı filmi seyredin; gerçekten hepsi de vakit ayırmaya değer...


Man Son Hatar Kvinnor





16 Ocak 2012

Süpernona-Beautiful Burnout



Söz konusu olan DOT'un sahneye koyduğu bir oyun olunca gitmemek olmaz... Süpernova'da baş rolde boks var. Kadınların çekimser yaklaştığı, erkeklerin ise büyük bir heyecan duyduğu boks, bir grup gencin birleşim noktasıdır. Bir kısmı, intikam, bir kısmı enerji fazlasını almak, bir kısmı eğlence için yapsa da hepsinin tek arzusu profesyonel olmaktır. Antrenörün kendini egosunu bastıramadığı için elinden kaçırdığı Ajay, başka bir salonda profesyonel olur. Neil bir trafik kazasında boks yapma şansını kaybedip hakem olurken Dina, annesinin sevgililerine duyduğu öfkeyi boks yaparak yatıştırmaktadır. Carlotta biricik oğlunu enerjisini harcaması için boksa gönderirken Cameron, profesyonel olmanın bedelini, yeniden dünyaya gelişiyle öder... Baştan sona tam 90 dk. boyunca antreman modunda geçen bu (hiper)aktif oyunu sahneleyenlere bravo doğrusu performansları alkışa değer... Son derece incelikli ve profesyonel bir çalışma olmuş, doğrusu DOT, seyircisine değer vermeyi iyi biliyor...

15 Ocak 2012

Fransa 2011-2012 Yılbaşı



PAZAR
Toulouse’dayız… Şehrin en merkezi yerine bakan Crown Plaza’da kalıyoruz. Noel ertesi Hıristiyan bir ülkeye gitmemek gerekiyormuş. Bir de Pazar günü olunca her yer kapalıydı. Rejimdeyiz diye öğle yemeğini es geçmiştik. E ne oldu ? Aç kaldık resmen… Açık olan tek tük cafeler, otelin bulunduğu Capitol meydanındaydı… Önce birine oturduk, menü geldi ama şunu seçtik diyene kadar yarım saat geçince kalktık komşu meydandaki Hippopotamus’a gittik. İn cin top oynuyor… Sırasıyla diğer lokantalara girip çıktık. Daha yemek saati değilmiş.1 saat bekledikten sonra önce garsonlar, sonra biz halk yemek yiyebilecekmişizJ E bu da olmadı tekrar Capitol’e döndük.Birkaç kafe daha denedik burada da henüz yemek servisi yokmuş. Otelin lokantası dahi kapalıydı… Sokaktan biraz peynir alıp açlığımızı yatıştırdık. Eninde sonunda bir pizzacıda salata yedik ve otelimize dönüp 9 ‘da uyumuşuz ta ki etresi gün sabah 9’a kadar… Var mı böyle yorgunluk…

PAZARTESİ
Lot Bölgesine yakın gelip de dağ köylerine gitmemek olmaz… Araba kiraladık, kaybola kaybola 300 km. yol gittik geldik. Lot Bölgesi, yazın çok turistik, nehir gezileri, kano ve tekne kiralama çok popüler… Biz sanıyorum dünyanın en güzel köyüne gittik: Saint-Cirq Lapopie … Uçurumun kenarına kurulan köy gerçek anlamda bir tablo gibi. En pik noktadaki nehir manzarası ve arkanıza aldığınız köyün tadına doyulmuyor. Ne kadar temiz, ne kadar düzenli, ne kadar bozulmamış, hayretler içindeyiz. Akşam yine Toulouse’dayız. Yemeğimizi nihayet Hippopotamus’ta yiyebildik. Gece 5 km. yürüyüş yaptık ve bir club’a gittik. Saat 2 ve anca yatıyoruz…
SALI
Saint Sever’deki yelkenci arkadaşlarımıza gitmek üzere yola çıktık. Tüm gün araba kullandım (Burada da kurtuluş yok yani…) Auch’da bir kahve molasından sonra Aire sur l’adour’da yemek molası verdik… Saat 4 gibi Saint Sever’deydik. Biraz ön keşif yaptık. Çok şirin küçük bir kasaba, tek kasabı, tek kafesi, tek mağazası ve tek kitapçısı var. İnsan çıldırabilir tevekkelli Francoıse ve Max yılın yarısını Türkiye’de geçiriyorlar… Bizi çok sıcak karşıladılar. Evde tam bir noel ruhu var, Francoıse hazırladığı noel köşesine Mevlevileri de eklemeyi ihmal etmemiş. Aile dostları Michel – ki oraların ağası sayılabilir- yaptığı somon fümelerden ve domuz salamlarından getirdi, yemek öncesi hepsini silip süpürdük. Yemek, bir parça balık ile başladı, üzerine çok güzel soslu, sadece maruldan oluşan bir salata ve camamber peyniri ve bol Fransız şarabı ile sona erdi…
Passicos ailesi 3 kuşaktır AXA Sigorta şirketini işletiyorlar. İki katlı evlerinin alt katının yarısı ofis, diğer yarısı yaşama mekanları, üst kat ise bilmece gibi sıralanan sayısız odadan ibaret. Uzun, karanlık ve kitap dolu bir koridordan odalara ulaşılıyor. Bizim odamız, bu koridorun en sonunda ve evin tek tuvaleti de koridorun diğer ucundaJ Evde deli gibi eşya var, 50. Evlilik yıldönümlerini kutlamaya hazırlanan Passicos’lar hiçbir şeylerini atmaya kıyamamışlar anlaşılan.
ÇARŞAMBA
Bugün Passicos’lar bizi gezdirecek. Sabah 8.00’de kalktık. Atlantik kıyısına gideceğiz. 1,5 saat yolculuktan sonra, İspanya’yı karşıdan gördüğümüz marinaya (Hendaye) geldik. Atlantik kıyısında dalga sörfü yapanlar çok ilginç ve izlenmeye değer. Fransa’nın Bask bölgesindeyiz. St Jean de Luz kasabasında çok güzel, geleneksel bir Fransız yemeği yedik. Bu kasabadaki kilisede XIV. Louise evlenmiiş, ve kendisinden sonra kimse geçemesin diye törenin gerçekleştiği kapıyı ördürmüş (ne akılsa). Bask, kendine özgü dili, yemekleri, kumaşları ile çok renkli bir bölge sanki Fransa’da değil de İspanya, Almanya, Kuzey Avrupa… birkaç kültürün birleştiği apayrı bir yerdeyiz.

Bu arada da yağmur başladı, eksik olsa şaşardık… Bir sonraki durağımız Cap Breton, burası daha çok zenginlerin sayfiye olarak kullandığı bir bölge… Çok güzel bir uçurumdayız altımızda Atlantik ve kayalıkları resmetmemek olmaz… Francoıse ‘ın doğduğu kasabadayız, burası da deniz kıyısında bir sayfiye yeri… Francoıse’ın dedesi ressam, zamanında Paris’ten Rusya’ya gidip çarın ve ailesinin resimlerini yapmış, resimleri halen Hermitaj müzesinde… Daha sonra Fransa’ya geri dönüyor ve bu kasabaya yolu düşüyor, kasabanın kilisesindeki resimleri yapıyor ve karşılığında burada kendisine yer veriyorlar, o da buraya yerleşiyor. Üç çocuklarının evini sırayla gezip eve dönebildik. Akşam yemeğimiz 22 cm. çapında, kaz ciğerli bir tart, bunu 6 kişi paylaştık, yanında biraz peynir, marul salatası, salatalık ve salatalık turşusu yedik, biraz da şarap… İşte Fransızlar bunun için zayıf, yeme kültürlerimiz çok farklı…
PERŞEMBE
Saint Sever’de son günümüz. Bize küçük kasabalarını gezdirdiler. Michel bile bizi uğurlamaya geldi. İyi dileklerle yola çıktık, yine tüm yolda ben araba kullandım. Akşamüzeri Toulouse’a vardık, artık güzel bir alışverişi hakkettim. Ardından güzel bir yemek olarak az pişmiş antrikot ve şarap… Sonra şehrin 20 km. dışında bir klube gittik. Pek güzel bir yer değilmiş 2 saat oturduk ve döndük.
CUMA
Paris yolculuğu tüm gün sürdü. Sabahtan havaalanına gittik. Ardından uçak ve Paris _RER_ Metro … Saat 5’te anca otele geldik. Burası bizim daha önce de kaldığımız otel ve her yere çok yakın… Biraz dinlenip soluğu Leon de Bruxelle’de aldık. Moule yemeği çok özlemişiz. Epey bir kuyruk bekledikten sonra yemeğimize kavuştuk. Paris çok kalabalık, 72 millet yılbaşını geçirmek için burada toplanmış.
CUMARTESİ

Bugün yılbaşı… Önce St.Germain’deyiz ve Quartier Latin… Sahaflara gitmeden olmaz. Notre Dame’ın önündeki kuyruk 2 km. kadardı, girmekten vazgeçtik. Ardından olmazsa olmaz Pigalle ve ressamlar sokağı. Otele dönüp biraz dinlendik. Akşam Champs Elysee’deyiz… Önce güzel bir şarap eşliğinde akşam yemeği, sonra Arc’ a kadar bir yürüyüş, sonra hızımızı alıp Eiffel’e kadar yürüyüş… Eiffel bu sene sadece ışıklandırılmış, hiçbir atraksiyon yoktu, 2 saat kadar dibinde yağmur çamur demeden bekledik ve saat 12’de sadece pır pır ışıklandı ve yeni yıla girdik… Bizim yürüyüş maceramız bitmedi, tekrar Champs Elysee’ye yürüdük. Herkes sarhoş, her yer it kopuk dolu, korkunç kötü bir geceydi, 1.30 gibi otele kendimizi attık. Hesapladım tam 20 km. yol yürümüşüz, yeni yılda bol bol spor yapacağız demek ki:))
PAZAR
Son günümüz ve bir kara gün daha yılbaşı sonrası heryer kapalı… Bunu niye daha önce düşünemedik acaba… Biz de soluğu önce yeni Paris, La Defense'da aldık... Hayalet şehirde biraz dolaşıp kendimizi parklarda attık, Tuileries’de yürüdük ve dönme dolaba bindik. Sonra noel için kurulan kiosklardan alışveriş yapıp ChampsElysee’ye geldik. Günün tek açık yeri Pompidou müzesi olduğundan soluğu orada aldık. Müze, sergileri dışında bugün bedava ve çok kalabalık. Daimi sergiyi gezdik, biraz yorulduk ama değdi, ilk defa müzenin içini de görmüş olduk… Sonra yine St. Germain ve antrikotçumuz 2 saat sonra açacağı için yine moule ve yine Leon de Bruxelle… Son yemeğimiz de şahaneydi, otelimize döndük ve “yaşasın yarın evimizdeyiz” diye güzel bir uykuya daldık. Bir Fransa seyahatimiz de böyle sona erdi…

12 Ocak 2012

İçinde Yaşadığım Deri





Almodovar'ı "Annem Hakkında Her Şey" ve "Konuş Onunla" filmlerinden beri takip ederim. Son filmi hakkında değişik insanlardan "gerilimli", "beklenmeyen bir sona sahip", "hiç tahmin edilemeyen şekilde gelişiyor" gibi çok farklı yorumlar duymak filme ilgimi artırırken, bir yandan da acaba çok kanlı, sinir bozucu bir film mi diye gitmekten çekinmiştim. Filmi iki gün önce aldık ve muhteşem olduğuna dair bir tweet sonucu izlemeye cesaret ettik. Bir film için bu kadar spekülasyon iyi reklam olmayabiliyor...


"İçinde Yaşadığım Deri", soğukkanlı doktor Frankeştayn Banderas ile gerilimi yakalıyor... Dört duvar arasında yaşayan, üzerinde devamlı deneyler yapılan güzel bir kadın, zamanla doktorun sevgilisi haline geliyor. Flashback'lerden anlıyoruz ki doktorumuz aslında hizmetçinin oğludur, kardeşi olan tuhaf adamla karısı ilişkiye girmiştir ve beraber kaçarlarken geçirdikleri kaza sonucu karısı yanar ve görüntüsüne dayanamayıp zaten sorunlu olan kızının önünde intihar eder. Birkaç sene sonra, doktorun kızı ile katıldığı bir partide, sorunlu kız tecavüze uğrar ve durumu daha da kötüye gidip intihar eder... doktora düşen iş ise tecavüzcüyü bulup kaçırmak, cinsiyetini değiştirip onu karısına benzeyen bir kadın haline getirmektir... Bu yolda soğukkanlı bir işkenceci katile dönüşür ve kardeşini dahi öldürür... Kadının onun sevgilisi olmak istediğini görürüz ama sonunda anlarız ki bu durum sadece kaçmak için bir plandır... Doktor, kızının intikamını alabilmiş midir tartışılır çünkü bence kadınlık tecavüzcüye daha çok yakışmıştır:)) Tipik Almodovar filmlerini sevenler için iyi bir fırsat...