29 Mayıs 2012

Julie&Julia, Julie Powell


İç içe geçmiş iki gerçek hikaye... Julie Powell 30'lu yaşlarının başında, bir devlet kuruluşunda memur olarak çalışan, evli, hayatı sorgulamaya başlayan bir kadın... Julia Child, 35-40'lı yaşlarında, eşinin işi dolayısıyla Fransa'da yaşayan, ev kadını olmak yerine Cordon Bleu'yu bitirip Amerikalılar için Fransız yemekleri tariflerini kitap haline getiren bir kadın... 

Her iki kadının da kendilerini seven ve sonuna kadar yardımcı olan kocaları var. Julie Powell, hayatının anlamını, Julia Child'ın yıllarca önce yazıp yayımladığı "Mastering the Art of French Cooking" kitabındaki yemekleri deneyip blogunda yazarak bulur... Bazen tarifleri denerken başarısızlığa uğrayıp ümidini kaybedip saçını başını yolsa da, günden güne çoğalan takipçileri ve eşi ona güç verir.  365 günün sonunda tüm tarifler -524 adet - denemiş ve sıra blog yazılarını kitap yapmaya gelmiştir.

Baş rollerini Meryl Streep ve Amy Adams'ın oynadığı filmi iki sene önce izlemiş ve umduğumdan vasat bulmuştum. Meryl Streep'in Julia Child rolüyle Oscar adayı olmasının ise sadece bir ritüel olduğunu düşünmüştüm. Geçtiğimiz günlerde aynı isimli kitabı okudum.Amerikan  Bestseller listesine giren kitap, son derece anlaşılması zor ve okuyucuyu çok yoruyor. Eğer zamanında filmini izlememiş olsaydım nadir görülen "yarım bıraktığım kitaplar" rafında yerini alacaktı. Sonuna kadar sabrettim ve bitirdim; bitirdiğim gibi de hemen filmi yeniden seyrettim. Bu sefer filmden çok keyif aldım, bu kadar manasız bir kitabı bu kadar hoş bir film haline getiren, filmin yönetmen ve senaristi Nora Ephron oldukça başarılı bir iş çıkarmış. Kaba saba, yüreği iyilik dolu, ruhunda fırtınalar kopsa da gülümsemesini bilen, kahkahaları ile her şeyin üstesinden gelen Julia Child'ı çok mükemmel bir biçimde canlandıran Meryl Streep - alıştığımız buzlar kraliçesi rolleri dışında bir karakterle -  kesinlikle Oscar'ı hak etmiş.




Benim tavsiyem kesinlikle kitabı okumaya yeltenmeyin ama filmi mutlaka iki kere üst üste seyredin... Çok keyif alıp hemen mutfağa koşup yemek yapmak isteyeceksiniz...



Julie and Julia : 365 Days, 524 Recipes, 1 Tiny Apartment Kitchen: How One Girl Risked Her Marriage, Her Job, and Her Sanity to Master the Art of Living




20 Mayıs 2012

Can Dostum / Intouchables

Bizim Fransız dostlar bu filmden bahsettiklerinde filmin varlığından bile haberim yoktu... Nihayetinde İstanbul'da vizyona girdi ve Gani Müjde'nin bir tweetiyle ilgimizi çekti. Müjde, aynen şunu yazmıştı:" Can Dostum süper bir film... Fransa'nin gise rekortmeni ama 10 kisi seyrediyoruz sinemada..." 
İşte bu bizim için kırmızı alarmdı. Çünkü genellikle hangi filme gitsek biz de aynı duruma düşüyor, en ücra salonlarda, bir avuç kişi ile film izliyorduk. Ne yapalım film beğenimiz bu bizim, asla popüler filmler ilgimizi çekmiyor.. Neyse bugün filmi izleme fırsatını bulduk ve tabii çok beğendik. Intouchables, tüm zamanların en çok izlenen 
Fransız filmi ve gerçek bir hikayeden uyarlama...

Philippe, yıllar önce geçirdiği bir yamaç paraşütü kazası sonucu boynundan aşağısı felç olmuş, zengin bir Fransız aristokrat. Kendisine 7/24 hizmet verecek bir bakıcı arıyor ve iş başvurusu yapanlar arasından Driss'i işe alıyor. Herkes, hapisten yeni çıkan Driss'in bu işe uygun olmadığını düşünürken, farklı hayat anlayışı ve enerjisi ile Driss, Philippe'nin can dostu haline geliyor. Felçli yaşamında kendine acımaktan vazgeçen Philippe, yeniden gülmeyi ve yaşamın güzelliğini keşfetmeyi öğreniyor. 


Omar Sy, enerji dolu, dinamik, duygusal bakıcı rolünde filme hareket katarken, François Cluze ise huysuz, umutsuz felçli Philippe'yi, bedenini kullanmadan sadece mimikleriyle başarıyla canlandırmış. Fransa’nın Oscar ödülleri diye tabir edebileceğimiz Cesar Ödülleri’nde en iyi erkek oyuncu kategorisinde aday olan Cluzet (Philippe), ödülü rol arkadaşı olan Omar Sy’ye (Driss) kaptırmış. Film, müzikleriyle kulağınıza da hitap ediyor.
Bu tip filmlerin de bir gün ülkemizde daha geniş kitlelere ulaşması dileğiyle...

16 Mayıs 2012

Van Gogh Alive-İstanbul



Şu anda Biletix'in sitesinde
Bu etkinlik gerçekleşti, kaçırdığınız için üzgünüz.
bannerini görüyorum. Gerçekten bu sergiyi göremeyen herkes adına ben de çok üzgünüm. Hayatınızda her zaman yaşayamayacağınız bir deneyimi kaçırdınız. 
Biz bu etkinliği neredeyse ailecek kıl payı yakaladık. Tam son gün, her şeyi bir kenara bırakıp soluğu Antrepo 3 'te aldık. İçeri girdiğimizde simsiyah bir mekan karşıladı bizi. Ucu bucağı yok gibiydi ve her köşede, her kolonda bir tablo, takip edemeyeceğimiz bir şekilde birbiri ardından akıyordu. Alışılmış sergilerin dışında, durama adapte olduğumuz an büyülendiğimi hissettim. Grande Exhibisions Avustralya tarafından tasarlanan sergide, kırktan fazla yüksek çözünürlüklü projektör ve sinema kalitesinde ses kullanılarak, 3000'in üzerinde dev Van Gogh resimlerinden oluşan görüntüler büyüleyici bir koreografi ile birlikte sunulmuş. Bu etkileyici atmosferde    ressamın çalkantılı hayatı, çok güzel müzikler eşliğinde adeta bize yaşatıldı. Biz de bu atmosferin içinde kah hüzünlendik, kah ressamın içindeki burukluğu, kah umudu, kah dibe vuruşu yaşadık. 
Gerçekten de çerçeve yoktu, sanatın içindeydik...1 saat nasıl geçti anlamadık...

A Separation

Asghar Farhadi'nin yazıp yönettiği, "A Separation", 2012 Oscar töreninde en iyi yabancı film oscarını kazanırken Berlin Film Festivali'nde de "en iyi film", "en iyi erkek oyuncu", "en iyi kadın oyuncu" ödüllerini toplayan ilk İran Filmi oldu. Filmde günümüzün İran'ından bir kesit görürüz. Simin, artık 14 yaşında olan kızı Termeh'in İran'daki geleceğinden endişelenmekte ve artık İran'da yaşamak istememektedir. Nader ise kendisini İran'dan koparamayan duygusal bağlar ve alzeimer hastası babasını bahane ederek İran'da kalmak ister. Çiftin mahkemede, kadının önünde gayet modern bir şekilde tartıştıklarını görürüz. İnatlaşma sonucunda Simin evi terk ederken Termeh, babasıyla kalmayı tercih eder. Nader, babasına bakmak için birisini tutmak zorundadır. Razieh, tüm gün yaşlı adamla ilgilenecek ve aynı zamanda evi çekip çevirecektir. Dini inançları kuvvetli olan Razieh, yaşlı adamın altına kaçırdığı ve onu temizlemek zorunda kaldığı durumlarda, telefonla ulemalara danışır ve işi bırakmayı dahi düşünür. Ancak kocasının alacaklıları ve sık sık hapse girip çıkması, bakması gereken çocuğu ve aynı zamanda yeni bir çocuk bekliyor olması, işe devam etmesini zorunlu kılar.
Bir gün işten erken eve gelen Nader, babasını yatağa bağlanmış, yere düşmüş, yarı baygın bulur. Razieh, bir müddet sonra eve gelir. Çok sinirli olan Nader onu kovar ve hırsızlıkla suçlayarak kapı dışına iter. Asıl hikaye bundan sonra başlar, sorunlu bir hamilelik yaşayan Razieh bu itekleme sonucu düştüğünü ve bebeğini kaybettiğini iddia eder, ruh hastası kocasıyla beraber Nader'den kan parası almaya çalışır. İran mahkemelerinde adalet arayışı, vicdan-günah muhasebesi, Nader'in haklı olduğunu kanıtlamak için bazı yalanlara baş vurması, Termeh'in istemeden de olsa babasının tarafını tutması, Simin'in kararsızlıkları ve sonuçta, günah korkusunun ağır basması... Film, tüm bu olayların neticesinde, önüne geçilemeyen bir ayrılıkla sonuçlanıyor. Günümüz İran'ında kızlarına değer veren, onu birey olarak yetiştirmeyi amaçlayan Nader ve Simin, kiminle yaşayacağı kararını kızları Termeh'e bırakıyorlar. İran için bir umut olan bu durum, umarım sadece Asghar Farhadi'nin ütopyası değildir...

10 Mayıs 2012

Oda-Emma Donoghue


Herkesin bir annesi vardır ya da vardı...ve hepimiz biliriz ki annelerimiz bizi bıkmadan sever...  Buradaki anne, 19 yaşındayken bir sapık tarafından kaçırılarak dünyayla hiçbir bağlantı kuramayacağı bir odaya kapatılır ve sonsuz cinsel istismar sonucu istemeden hamile kalır. Hayatında en çok nefret ettiği, tüm hayatı ona zindan eden insanın çocuğunu doğurur. Jack, 5 yaşına bastığında, anne, 7 senedir hapistedir. Oğlunu o küçücük mekanın içinde, sapığından deli gibi saklar, en son dayanabileceği şey Jack'e bir zarar gelmesidir. O küçücük odada, türlü hayal ve oyunlarla oğlunu 5 senedir oyalamıştır. Tek eğlenceleri siyah-beyaz bir televizyondur ve Jack dünyayı sadece "oda"dan ibaret zannederken diğer hayatın televizyonun içinde olduğunu düşünmektedir. 

"Anne" son ve tek kozunu oynar, Jack ölü taklidi yapacak, Nick onu gömmeye gittiğinde kaçarak yardım isteyecektir. Jack'e dışardaki hayatı açıklamanın vakti gelmiştir. Tüm plan yüzlerce kere gözden geçirilir. Jack'e çok iş düşmektedir. Büyük firar gerçekleşir. Anne ve Jack artık dışarıdadır. Ancak, dışarısı her ikisine de çok yabancıdır. Acıtan ayakkabılar, yakın ama bir o kadar da uzak akrabalar, sapığın oğlu olduğu için dedesinin görmek istemediği Jack, ısıran arılar, kurallar, uzaklaşıp kendi içine kapanan anne ve nihayetinde yeni kurulan çift kişilik bir hayat...

Burnumun ucunu sızlatan, son zamanlarda okuduğum en güzel roman ve en güzel çeviri... Gül Çağalı Güven çok iyi bir iş çıkarmış... 5 yaşında, dünyayı tanımayan bir çocuğun gözüyle koskoca bir hayat... Çok beğendim, inanılmaz keyif aldım...




Room




8 Mayıs 2012

İyi Günde Kötü Günde

Ali Poyrazoğlu ile Nilgün Belgün'ün rol aldığı tiyato oyununa geçtiğimiz sezon da bilet almamıza rağmen Ali'nin klasik soğuk algınlığı zamanlarından birine denk geldiği için gidememiştik.  Bu sezon, tesadüf eseri bir arkadaşımız sayesinde biletimiz oldu ve seyretme fırsatını bulduk.
Ali Poyrazoğlu ve Nilgün Belgün, yeni evli bir çift; cicim ayları geçince sudan sebeplerle ayrılmaya karar veriyorlar, boşandıktan sonra bir müddet başka sevgililerle yaşıyorlar,. Ancak alışkanlıklar, sevgi derken birbirlerinden kopamayacaklarını anlıyorlar. Kötü araba kullanan Nilgün Belgün'ün yaptığı araba kazası sonucu kendilerini ahrette buluyorlar ve sonsuza kadar beraber yaşıyorlar...-bu benim düşüncem:))
Kadın-erkek ilişkilerini ele alan skeçlerden oluşan tiyatro oyunu, iki sevilen oyuncunun adeta bir şovu... Biz sahnede iki kişi izlerken, aynı zamanda, temizlikçi kadını ve ikisinin sevgililerini de hayali olarak izliyoruz. Bu onların gerçek bir başarısı... Ali Poyrazoğlu, seyircisiyle yalın diyaloglar kurmayı seviyor. Artık her oyunundan sonra onun güzel sohbetini dinlemeye alıştık. Sanatçı, pek çok meslektaşının aksine teknolojiyi bu yakınlaşma için kullanmayı iyi biliyor. Hemen eve gidip kendisine tweet atmak istiyorsunuz. Çünkü biliyorsunuz ki, Ali Poyrazoğlu seyircisine ve onun fikirlerine değer veriyor. Bana geçirttikleri hoşça vakit için her ikisine de teşekkür ediyorum.
Tek eleştirebileceğim konu, oyunun mikrofonla oynanması, keşke daha iyi bir akustik ortamda, doğal bir şekilde seyredilebilse...

6 Mayıs 2012

Şahane Misafir - Ferzan Özpetek


Ferzan Özpetek filmleri her zaman favorim olmuştur. Genelde, eşcinselliğin doğallığını, dostluk ve arkadaşlığın, beraber yeme-içmenin güzelliğini,  kalabalık sofraların sıcaklığını işleyen yönetmen, filmlerini keyif verici görüntülerle ve haz veren müziklerle süsler; her film, hayattan zevk almanın ince noktalarını işler. Yönetmenin tüm filmografisi içinde benim favorim "Cahil Periler" dir.
Son film, "Şahane Misafir", 30'lu yaşlarına yaklaşırken, aktör olma rüyasıyla Roma'ya yerleşen Pietro'nun başından geçen biraz korkunç, biraz komik bir hayalet hikayesini ele alıyor. Pietro, kiraladığı evde yalnız değildir. Yıllar önce direnişçilerden saklanan ve trajik biçimde hayata veda eden bir tiyatro kumpanyasının 8 üyesi, hayalet olduklarının farkında olmadan onunla aynı evi paylaşmaktadırlar. Bu ürkütücü duruma alışması biraz vakit alır ama sonunda onlarla yaşamak bir tutkuya dönüşür. Artık şu koskoca dünyada yalnız değildir. Aslında herkesin bir yalnızlıkla baş etme yöntemi olduğuna göre Pietro'nunki de hayaletle kurduğu derin dostluktur. Sonunda ölü olduklarının farkına varan hayaletler, en güzel gösterilerini ona sunduktan sonra, Pietro'yu yalnızlığıyla başbaşa bırakırlar.

Ferzan Özpetek, bu fantastik ögelerin ağır bastığı filmde, korku ve gerilimi tam dozunda kullanmış ; filmin ilk yarım saatinde, acaba daha ne kadar gerileceğim diye düşünürken, gerilim yerini yalnızlık hikayesine ve ikinci dünya savaşı sırasında yaşanan trajik bir hikayeye kadar götürüyor. Baş roldeki Elio Germano hüzünlü ve sevimli ifadesiyle filme çok iyi oturmuş bir karakter yaratmış. Kumpanya üyeleri,makyajları ve davranışları ile korkunç ve iticiler, seyirciyi germek ve korkutmak görevini iyi başarıyorlar, obez çocuk hayalet ise sevimsizliğin son raddesinde... Cem Yılmaz'a gelince, gerçekten, 1930-40'lı yılların kumpanya oyuncusu rolünü iyi taklit etmiş. Cem Yılmaz,  ince mizah yeteneğine sahip, zeki bir sanatçı; ancak bir aktör değil... Ama takdir edilmeye değer bir İtalyanca ve mimikleriyle diğer oyunculardan hiç geri kalmamış, tebrikler...