29 Ekim 2013

Edirne

1. Murat'ın 1361'de Edirne'yi ele geçirişinden 1453'teki İstanbul'un fethine kadar, yaklaşık bir yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti olan Edirne'ye bu üçüncü gidişimiz. Diğer seferlerin aksine bu kez bir gece de konakladık. Kaldığımız Efe Otel, temiz, şirin ve Avrupai olmakla beraber gezeceğimiz yerlere de yürüme mesafesinde...
Otele yerleştiğimiz gibi soluğu Edirne'nin meşhur ciğerini yemek için Kemal Usta'nın dükkanında alıyoruz. Bu ciğeri her öğün yiyebilirim. Ciğerle birlikte masaya gelen kurutulduktan sonra kızartılmış acı biberler ise inanılmaz lezzetli... 


Edirne'nin her köşesi kafe ve çay kahve içmek için hemen hemen hepsinde oturduk. İkinci durağımız, Osmanlı camilerinin en büyüğü olan ve Mimar Sinan'ın "ustalık eserim" dediği, II.Selim adına yaptırılan Selimiye Cami. Hafif eğimli bir tepede, eski sarayın bulunduğu noktada konumlanan cami, hemen hemen şehrin her noktasından görülebiliyor. Caminin ince ve uzun dört minaresinin yüksekliği 84 metreye erişirken her birinin üçer şerefesi var. Caminin iki kuzey minaresinde, birbirinin içine geçen ve her biri farklı şerefeye çıkan, birbirini görmeyen üç merdiven bulunmakta. Mimar Sinan, her eserinde bir deha yaratmayı başarmış. Ziyaretimiz sırasında mevlut okunmasına rast gelmemiz ise çok uhrevi oldu... Şanslı günümüzdeydik...



Selimiye Cami'nin arkasında yer alan ve şu an otel olarak kullanılan Taş Odalar, eski saraya ait konaklarmış ve bu odalarda Fatih Sultan Mehmet doğmuş.

Edirne'nin ilk anıtsal yapısı olan ve duaların kabul olunacağına inanılan Eski Cami'yi Selimiye Cami'nden daha çok etkileyici buluyorum. Mihrabın yan tarafında bulunan kabe taşı ise önünde oluşan dua kuyruğuyla çok dikkat çekici. Duvarlarındaki dev hatlar ise çok zarif. Girişinin her iki yanında "Cenab-ı Allah"ı ve "Hz.Muhammed"i ululayan dev levhalar göze çarpıyor. 


Eski camiden sonra soluğu Üç Şerefeli Cami'de aldık. Selimiye Cami yapılana kadar Edirne'nin en ihtişamlı yapısı olan caminin biri üç, biri iki, ikisi birer şerefeli dört adet minaresi olup bunlar ayrı ayrı burmalı, baklavalı ve çubuklu desenlidir. Şadırvanlı avlu, Osmanlı mimarisinde bir ilktir. Giriş kapısındaki taş süslemeler ise oldukça ihtişamlı görünmekte...


Akşamüstü, yolumuz Karaağaç'a düşüyor. Burada, şu an Trakya Üniversitesi Rektörlük binası olarak kullanılan eski gar binasını ve Lozan Anıtını ziyaret ediyoruz. Karaağaç, cafeleri ve şirin evleriyle tam bir sayfiye yeri ve üniversite kasabası görünümünde. Ben buraya bayıldım. Özellikle gar binası ve rektörlüğün bahçesine hayran oldum. 


Lozan Barışını temsil eden bu anıtın en uzun sütunu Anadolu'yu, orta uzunlukta sütun Edirne'yi, kısa olan ise Karaağaç'ı temsil ediyor. Sütunları birleştiren çember birliği, kız zerafeti, bir elindeki kuş barışı, diğer elindeki belge Lozan Barış Antlaşmasını, alttaki su ise denizlerimizi temsil ediyor. 


Karaağaç'tan güneş batmadan ayrılıyoruz ve Meriç Köprüsü'ne fotoğraf çekmeye koşuyoruz. Önceden ahşap olan bu köprüyü 1842-1847 yılları arasında, Abdülmecit taştan yaptırmış. Oniki kemer üzerine kurulan köprü hakikaten çok zarif...

Akşam yemeğimizi Tunca'nın kenarında Hanedan Restaurant'ta yedik. Edirne'de nehir kıyısında tek içkili lokanta burası. Diğer lokantalar, ormanlık arazi içinde kaldıkları gerekçesiyle bakanlık tarafından içki ruhsatları iptal edilmiş. Halbuki Edirne'ye yakışan nehir boyunca minik meyhaneler olmalı...
Bu arada ilginç bir turist akımı var Edirne'ye, her yere gitmeye meraklı Çinli ve Japonlar haricinde, dini ve Osmanlı tarihi merkezi olması dolayısıyla din içerikli turlar ve otobüslerce Yunanlılar...
Efe Otel'de, müthiş rahat yataklarda güzel bir uykunun ardından sabah erkenden kalkıp arabamıza atlıyoruz. İlk gittiğimiz yer Beyazıt Külliyesi... Burası Sultan II.Bayezid tarafından Mimar Hayrettin'e yaptırılmış. Cami, imaret, darüşşifa, medrese, hamam, mutfak, erzak depolarından oluşmaktadır. Darüşşifa'da haftada üç gün konser verilerek müziğin tıbba sağladığı yarardan faydalanılmıştır. Sağlık Müzesi, 2004 yılı Avrupa müze ödülü kazanmıştır.   

  

"1652'de Edirne'yi ziyaret eden Evliya Çelebi, Seyahatnamesi'nde "orada bir dârüşşifa vardır ki, dil ile tarif edilmez ve kalemler ile yazılmaz" diye belirttiği 2. Bayezid külliyesinin dârüşşifası, Osmanlı'nın en önemli hastanelerinden biriydi. Dârüşşifa'da hasta tedavisindeki en ünlü tedavi yöntemi, su ve müzikti."

Edirne'de son durağımız Sarayiçi... Burada Eski Saray'ın kalıntıları ve tarihi Kırkpınar güreşlerinin yapıldığı alan var. Topkapı Sarayı'ndan sonra en büyük ikinci Osmanlı Saray'ı olan Eski Saray'ın yapımına II.Murat döneminde başlanmış ve Fatih Sultan Mehmet zamanında Mimar Şehabettin'e tamamlatılmıştır. Saray, 19. yüzyıla kadar Osmanlı Padişahları tarafında kullanılmış, 93 Harbi sırasında Edirne'nin Ruslar tarafından işgal edileceği haberi üzerine cephaneliğin ateşlenmesi ile ortadan kalkmıştır. Bugün çok az kısmı harabe olarak görülebilmekte... 


 Kırkpınar güreşlerinin başlangıç yılı 1361 olarak kabul ediliyormuş. Hikayesine gelince:
Süleyman Paşa ile birlikte Rumeli'ye ayak basan 40 tane yiğit, her mola verdiklerinde güreşirlermiş. İçlerinden iki tanesi bir türlü yenişemezmiş ve güreşirken ölmüşler. Arkadaşları onları bir incir ağacının altına gömüp yollarına devam etmiş. Edirne alındıktan sonra aynı yoldan dönerken iki yiğidin gömüldüğü yerde bir pınar kaynadığını görmüşler. Burası "Kırkların Pınarı" olarak bir destana dönüşmüş. Ve Kırkpınar güreşleri adı altında günümüze kadar ulaşmışlar.
Gezimiz öğlen olmadan sona erdi ve biz de İstanbul'umuzun yolunu tuttuk...
Edirne'den ne mi alınır: Meyva şekilli sabun, Edirne bebeği, aynalı süpürge, Edirne peyniri, badem ezmesi, kavala kurabiyesi...
Ayrıca yukarıdaki kimi bilgilerde başvurduğum, Efe Otel'in bilgi föyü için kendilerine çok teşekkürler.
Edirne çok modern, aynı zamanda uhrevi ve tekrar tekrar gelmekten keyif alacağım bir şehir. Bir gün mutlaka uğrayın derim. Günübirlik bile hemen hemen tüm Edirne'yi gezmeniz mümkün...

26 Ekim 2013

Cehennem - Dan Brown


Dan Brown'ın yazdığı tüm kitapları okudum. Yazar, kesinlikle iyi ve donanımlı bir araştırma ekibinin yardımıyla, sanatsal, mimari, dini ve tarihi özellikleri içeren, okuyucuda merak ve araştırma, aynı zamanda gezme, görme ve okuma duygularını harekete geçiren romanlar yazıyor. Meraklıları için tüm dünyada yazarın yeni çıkan kitabını alıp biran önce okuyup yutmak moda olmuş durumda...
"Cehennem" romanı da çok iyi bir reklam kampanyasıyla satışa sunuldu ve 12 ülkeyle aynı anda Türkiye'de yayımlandı. Altın Kitaplar tarafından çıkarılan kitap için,  11 ülkeden çevirmenler, İngiltere ve İtalya'da 45 gün boyunca yüksek güvenlikli mekânlarda çalışmış, romanla ilgili hiçbir bilgiyi paylaşmalarına izin verilmemişti. Bu da bence ilgi ve merak uyandırmak için iyi bir yöntem oldu.
Türrkiye'deki kitapların arka yüzünde yer alan Ayasofya silueti, diğer ülkelerde yok... Yunanistan'ın Samos Adası'nın Kokari Plajında İngiliz bir turist yanımıza gelip "okuduğunuz kitap "İnferno" mu? arka kapak değişik de merak ettim" dedi...




Bu kez kahramanımız simgebilim profesörü Robert Langdon, Floransa ve Venedik sokaklarında Dante'nin ünlü eseri "Cehennem" eşliğinde, sanat eserleri ve tarihi mekanlar arasında ölüm kalım savaşı veriyor. Hafıza kaybıyla birlikte kimin iyi kimin kötü olduğu sonradan anlaşılacak kişilerle beraber dünyayı cehenneme çevirmeye çalışan bir bilim adamını engellemeye çalışıyor. Tabii ki bu kitapta da güzel, genç ve zeki bir bayan kendisine eşlik ediyor. Romanın kilit kısmı İstanbul'da çözülürken Kapalı çarşı, Yere Batan Sarnıcı ve Ayasofya ile ilgili bölümlerin kültürel turizm için aracı olmasını gönülden diliyorum. 
-Hep söylerim sevgili Woody Allen'a, Paris, Barcelona, NerYork ve Roma'dan sonra İstanbul'da geçen bir film ısmarlansa gelen turistn haddi hesabı olmaz-



Bu arada Dan Brown, İstanbul ile ilgili birkaç hata yapmış bence... Ayasofya ile ilgili anlayamadığım şöyle bir şeyden bahsediyor:
Ayasafya'yı bitirince imparator Justinianos "seni geçtim Süleyman" der (s:483) bu Süleyman kimdir? bunu twitterda Altın Kitaplar'a da sordum bir cevap gelmedi.
Bir de Venedik'in Türkler'in işgali altına girdiğinden bahsediyor. Benim bildiğim, Venedik ve Osmanlı Devleti her zaman ticari anlaşmalar yapmışlar ve böyle bir egemenlik söz konusu değil...
Neyse bunları bir kenara koyarsak, tarihi, mimari ve sanatsal bilgiler dışında, anlaşılması zor bir Dan Brown kitabıyla karşı karşıyayız. Hele sonunu hiç anlamadım:( Gerçek bir Dan Brown takipçisiyseniz okuyun derim ancak yazara yabancıysanız, üzülerek söylüyorum ki sadece vakit kaybı...



Inferno



Bir Psikiyatristin Gizli Defteri - Gary Small


Aylardır çok satan kitaplarda başa yarıştığı için ve aynı zamanda beynin yarattığı psikolojik vakalara merakımdan "Bir Psikiyatristin Gizli Defteri" kitabını es geçemedim.
Psikiyatrist Gary Small'ın doktorlukta acemilik döneminden bugüne kadar karşılaştığı sıra dışı ve ilginç vakaları içeren kitap, dozu az da olsa tıbbi terimlerle zaman zaman okuması sıkıcı bir hal alıyor. Sanıyorum tıp mesleğiyle haşır neşir insanlar bu kitaptan daha çok zevk alacaktır. 
Kitabı okurken bazı psikolojik hastalık belirtilerini kendinize yakın hissediyorsunuz ve ister istemez "acaba mı?" dediğiniz noktalar oluyor. Bazı olaylar var ki yaşarken bize çok önemsiz görünse de sonradan yarattığı travmanın farkına ancak yaşadığımız psikolojik bir sıkıntıdan sonra varıyoruz. Yazarın psikiyatrist olması dolayısıyla da tüm vakalar ufak dozlu da olsa ilaç yardımıyla çözülüyor. Kitaptaki hastalıklar bazen okuyucunun ruhunun daralmasına sebep olabiliyor; benden söylemesi...
Siz de psikolojiye ve insan beyninin neler yaratabileceği konusunda meraklıysanız bu kitabı rahatlıkla okuyabilirsiniz.



The Other Side of the Couch



1 Ekim 2013

Sineklerin Tanrısı - William Golding


1911 İngiltere doğumlu William Golding, "Sineklerin Tanrısı" kitabını 1954 yılında yazar ve bu kitapla büyük bir üne kavuşur. Kitap, Ballantyne'ın 1858 yılında yazdığı ünlü çocuk romanı "Mercan Adası"na göndermeler yapar. Romanın başlıca kahramanları Ralph ve Jack, isimlerini "Mercan Adası" kitabından alır. Golding'in kitabında da bir ıssız mercan adası ve çocuklar vardır. Yaşları 6 ila 12 yaş arasında değişen İngiliz çocuklar, atom savaşı sırasında güvenli bir yere götürülürken bindikleri uçak saldırıya uğrar ve düşürülür.

Kitap, Ralph ile Domuzcuk'un tanışmasıyla başlar. Hayatta kalmak için adaya dağılmış olan çocukları bir araya toplayıp örgütlemeye çalışırlar. Denizden buldukları şeytan minaresi öttürülerek toplantılar başlatılır ve kim şeytan minaresini elinde tutarsa söz hakkı ondadır. Ralph, oy birliğiyle şef seçilirken bu karara karşı gelen tek kişi Jack olur. İlk başlarda her şey, büyüklerinden öğrendikleri düzen ve kurallar çerçevesinde yürür. İlk olarak barınaklar yaparlar,  gemilerin görebilmesi için nöbetleşe olarak ateş yakmayı kararlaştırırlar,  daha sonra ise sıra avlanmaya geldiğinde, avcı olarak başı çeken Jack'in ağırlığı hissedilir. Jack, kendisine itaat etmeyenleri kendi yöntemleriyle cezalandırırken bir taraftan da şeflik savaşına girer. Sadece grubun en aklı başında kişisi olan Domuzcuk, Ralph'ın yanında yer almaya devam eder. Jack'in acımasız yöntemleri ve diğer çocukları örgütlemesi sonucu Domuzcuk ve Ralph'e savaş açılır. Arada diğer çocuklardan da yanlışlıkla kurban edilenler olacaktır.

Adada o güne kadar konulan tüm kurallar altüst olmuştur. Vahşete ve ilkelliğe dönüş bu kadar kolaydır. Melek sayılan çocuklar bile uygar dünyadan uzaklaştıklarında canavarlaşacaktır. Kitap, insanın içindeki kötülüğün her zaman var olduğunu anlatır. Kitaba adını veren "Sineklerin Tanrısı" ise Jack'in öldürdüğü domuzlardan birinin başıdır.
William Golding, 1983 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer görülmüştür. "Sineklerin Tanrısı" 1963 ve 1990 yıllarında iki defa filme alınmıştır. Mina Urgan'ın çevirisiyle ve son sözüyle oldukça etkileyici bir kitap.



Lord of the Flies