10 Aralık 2014

Handan - Ayşe Kulin


"Gizli Anların Yolcusu", "Bora'nın Kitabı", "Dönüş" ve ardından serinin 4. kitabı "Handan"'...
Önceki 3 kitap gibi bir solukta bitti "Handan... Eşcinsel bir aşkın odak noktasını oluşturduğu kitapların ilkinde başrol İlhami'nin, ikincisinde Bora'nın, üçüncüde ise İlhami'nin kızı Derya'nın olmuştu. Bu kitapta ise hikayenin geride kalan kadınlarından biri olan, İlhami'nin iş ortağı Handan'ın öyküsüne misafir oluyoruz. 
Handan, babaannesinin diretmesiyle, Halide Edip Adıvar'ın yarattığı bir roman kahramanı olan Handan'dan almış adını. Hayat hikayeleri de çoğu zaman benzeşmiş bu karakterle... İzmirli Handan, orta halli bir ailenin kızı. Mimarlık okurken hocası olan adamla sırf hamile kaldığı için evlenip, şaşaa ve zenginliğin peşinden gidip, dış gebelik sonucu çocuğunu düşürmesiyle tepe taklak giden evliliğinin ardından özgürlüğüne sahip çıkan ve yeni hayatını sil baştan kuran bir kadın. Bir daha asla çocuk sahibi olamayacağının bilinciyle, hırsla işine sarılan, erkek odaklı iş dünyasında başarılı olmayı ve hep kazanmayı kendine ilke edinen bir kadın Handan. 
Derken yoİları lhami ile kesişir. Önce iş arkadaşlığı, sonra ortaklık ve ardından sevgililiğe giden ilişki, mutsuz son ile biter. Ölesiye aşık olduğu, evli erkek İlhami'nin bir başka sevgilisi (!) vardır. Handan, aşk acısıyla, kanser hastası olan ve son günlerini yaşayan kardeşinin yanına Amerika'ya gider. Kardeşinin ölümüyle yeğeni Defne'ye sahip çıkar ve Defne'yi de alarak bir sene sonra Türkiye'ye geri döner.
Bir senedir açılmamış evini temizletmek, Defne'nin odasını hazırlatmak ve ona Türkiye'yi tanıtıp sevdirmek amacıyla Taksim'de bir otelde yer ayırtır. Zamanlama tam da Gezi olaylarına denk düşer. Amerika'dan gelen genç bir kız, Gezi olaylarına nasıl bakar? Geç yaşta anneliği tadan Handan, Defne'ye karşı aşırı korumacı yaklaşırken Gezi olaylarına nasıl düşman olur? Sonradan nasıl "Gezi"'nin en sıkı savunucusu olur?
Son okuduğum yazarların kitaplarında "Gezi"'ye yer vermeleri artık bir gelenek haline geldi. Bence Ayşe Kulin, bu konuda en iyi anlatıcılardan biri olmuş. Olayları o kadar güzel ve kronolojik olarak ele almış ki, sanki "Handan" kitabı adeta "Gezi" için yazılmış. 
Serinin 4. kitabı olduğu ve seriyi tamamladığı için, Halide Edip Adıvar gibi özgürlükçü ve kadın hareketinin başını çeken güçlü bir kadın romancıya saygı için, edebiyatımızın özgün örneklerinden olan, Adıvar'ın "Handan" romanı için ve "Gezi Olayları"na sempati duyanlar için okunması gereken bir kitap...





2 Aralık 2014

Joan Miró. Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar

Dün, yağmurlu bir İstanbul gününde, Miro'nun "Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar" sergisi için Sakıp Sabancı Müzesi'ne gittik. Barselona doğumlu Katalan ressamın olgunluk dönemlerinden oluşan sergide ne yazık ki fotoğraf çekilemiyordu. Ben ilk ve son ihtarımı alana kadar sadece şu kareyi alabildim. (Diğer fotoğrafları maalesef internetten yükledim.)
Joan Miro, soyut ve gerçeküstü sanatın temsilcilerinden. Onu anlayabilmek için ve resimlerini yorumlayabilmek için sıkça tekrarladığı figürleri okumayı bilmek lazım. Kuşlar, kadınlar,yıldızlar, ay ve güneş onun vazgeçilmezleri. İlk görüşte soyut resim izlenimi veren eserlerin biraz incelediğinizde bu ögelerden birini muhakkak barındırdığını görürsünüz. Birkaç resim sonra da bu figür bulma oyunu daha kolaylaşmaya başlar. Kullanılan renkler de genellikle aynıdır ve cesurdur.




Serginin en çok ilgi çeken eserlerinden olan "kişi" isimli heykel, Miro müzesinin önündeki yerinden 10 yıldır hiç kımıldatılmazken, ilk kez İstanbul sergisi için sökülüp getirilmiş. Heykel biraz E.T.'yi, biraz da "Tanrıların Arabaları" kitabındaki figürleri andırıyor. Heykelin alçı kalıpları ve minik eskizleri de ayrıca görülebiliyor.
Sadece 125 eserin yer aldığı sergi, sanatçının yağlıboya ve akrilik tabloları, assemblage (montaj) tekniğiyle bir araya getirdiği heykelleri, halı ve dokumaları, kişisel eşya ve fototoğraflarını barındırmakta. Daha önce Moma'da birkaç eserini görebildiğim Miro, İstanbul'da en güzel parçalarıyla karşımızda... Gidip görmek için üşenmeyelim. Yetişkinler için sadece 20 TL olan giriş, eğer çocuğunuzla gelirseniz onunla birlikte tek ebeveyne bedava. 23 Eylül 2014'de başlayan sergi, 1 Şubat 2015'e kadar gezilebilir.

30 Kasım 2014

Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı - Enver Aysever


"Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı", Yunus Nadi Roman ödüllü Enver Aysever'in son romanı... Enver Aysever'i CNN Turk kanalında yaptığı "Aykırı Sorular" programıyla tanıdım. Kültürel anlamda izlenilebilir bir programdı ve maalesef bu sene yayından kaldırıldı. 
Kitabımız İstanbul'da geçiyor ve olayın geçtiği tarihin tahminen benim üniversite öğrencisi olduğum 80'li yılların sonu, 90'lı yılların başı olduğunu düşünüyorum. Kahramanlarımız Kahverengi Pardösülü adam, Kahverengi Pardösülü Çocuk (-ki kitap ilerlerken ikisinin de aynı kişi olduğunu idrak ediyoruz) ve Yahudi kızı Eda (aslen Rita)... 
Kahverengi Pardösülü Adam, boynundaki yumru nedeniyle ölüme mahkumdur. Hayatının tek aşkı ile hesaplaşmak için gençliğine döner... Çocuğun üzerinden kahverengi palto eksik olmaz; bir de cebinden Cemal Süreya'nın şiir kitabı... Göztepe'de, ailesiyle oturduğu evden üniversiteye gitmek için otobüs beklerken fark eder önce bal rengi gözlü kızı... Kız, elinde keman taşımaktadır ve sürekli sigara içmektedir... Çocuk, kızdan çok etkilenir ve bir gün eline gitarını alıp kızla sohbet etme cesaretini bulur. Arkadaşlıkları ilerler ve Beyoğlu barlarında birlikte çalmaya başlarlar. Aralarında zamanla kuvvetli bir aşk oluşur. Ancak kız Yahudi'dir ve ailesi "azınlık" olduklarını hissederek yaşamaktadır. Yahudilerin örf ve adetleri farklıdır ve töreleri kendi dinlerinden olmayan biriyle flört edip evlenmelerine tamamen karşıdır. Kız ve çocuk her türlü zorluğa karşı beraber olmaya devam ederler. Ta ki Rita'nın ailesi onu bilinmeyen bir yere kaçırana kadar. Bu arada hamile olan Rita'nın bebeğini de zorla aldırırlar. Kız ve çocuk bir daha asla görüşemez. 
Aradan yıllar geçer, Kahverengi Pardösülü Adam, akademisyen olur ve hayatına sayısız kadın girer; ancak hiç kimse ona Rita'yı unutturamaz. Öleceğini anlayan adam, son bir şans denemek için Rita'nın en yakın arkadaşı Seher ile temasa geçer. Seher ona bir yurt dışı numarası verir, ancak adam bunca yıldan sonra Rita'yı, "gidiyorum" demek için aramak istemez.
Enver Aysever, kitapta, Cemal Süreya'ya bolca yer vermiş. En güzel şiirler, duygu yüklü sayfaları süslerken uzun zamandır okumadığım kadar "iyi" bir "edebiyat yapıtı"  olarak "Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı" kitabını hepinize tavsiye ediyorum.
----------

"Hepten anlamaz değildi ailesini Rita. Tüm dünyada sürgün olduğuna inanan, hep eksikli yaşamlar süren, hemen her türden işaretlenmeyle mimlenmiş ailelerin havadan nem kapmasını anlıyordu Rita. Kendini bulunduğu toprakta özgür, birinci sınıf sayamayan, hep görünmez olmaya zorlanan, baskı halinde bile devletle iyi geçinmek için tembihlenmiş insanlardı onlar. Azdılar işte. Azınlıktılar! Çok olmanın güçlü anlamına geldiği, baskın söylemin herkesi esir aldığı bir coğrafyanın tutsaklığa yazgılı yüzlerini tanıyordu genç kadın. İtirazı bunaydı işte: Bu boyun eğme kültürü, bu dilsizleşme hali, giderek benzer yüzler yaratmış, birbirinin haklılığından emin, sorgulamaktan korkan kuklalara dönüştürmüştü hepsini. Eğer bir Yahudi'ysen arka sırada durmak zorundaydın, ses etmemek, tokat yediğinde bile evde ağlamak mecburiyetindeydin, çünkü fişlenmiş, lanetlenmiş, listelenmiş bir soyun devamıydın... Bunları biliyordu. Yeryüzünün hemen her yerinde meydana gelen korkulu öyküleri defalarca, farklı biçimlerde ,dinlemişti Rita. Sözde birbirlerine bunca bağlı ve anlayışlı olmaları bundandı tüm Yahudilerin." (s:187,188)







31 Ekim 2014

Fury



İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerindeyiz. Amerikan ordusu Almanya’da Nazilere karşı savaşmaktadır. Bu ordudaki tanklardan biri olan Fury, Komutan Wardaddy (Brad Pitt), topçu Boyd (Shia LaBeauf), yükleyici Grady (John Bernthal), şoför Gordo (Michael Pena) ve 8 haftalık asker Norman’dan oluşan 5 kişilik kadrosuyla savaşın tam göbeğindedir.
Savaş kötüdür, insanlar vahşidir, savaşta daha da vahşidir, Amerikalılar zekidir, kahramandır, tüm milletlerden üstündür, tek bir tank 300 Alman askerini dümdüz edebilir, Amerikalı asker ölse bile güzel ve kahramanca ölür, sona kalan tek asker ve kahraman da ille Amerikalıdır. Yönetmen ve senarist David Ayer’in filminin ana konusu bu…
Bolca şiddet, kan ve güçlü ses efektleri filmin başından sonuna kadar devam ediyor. Filmin büyük bölümü, bir tankın içinde, daracık bir mekanda geçiyor. Savaş sahnelerinin biraz azaldığı bölümde, Wardaddy ve Norman, ele geçirdikleri Alman kasabasında, iki kadının evinde savaşa bir es verirler. Norman, kadınlardan biriyle birlikte olurken, Wardaddy de aile erkeği gibi traşını olur, duşunu alır, yemeği bir kadın tarafından hazırlanır ve gazetesini okur. Yaşanan bu tatlı hayat çok kısa sürer. Birliğin diğer elemanları da eve gelir ve kıskançlıktan ortamı iyice gererler. Ekip, bir başka kasabayı almak üzere evden ayrılırken ev de naziler tarafından bombalanır ve iki kadın ölür.
Brad Pitt ilk defa bu kadar maço bir rolde karşımızda, Shia LaBeouf ise Tanrıya olan bitmez inancı ve gözünden eksik olmayan gözyaşı ile oyuncuların arasından adeta sivriliyor. Norman’a gelince ucuz kahramanlığı ve korkaklığıyla bence oldukça mide bulandırıcı bir karakter. Eğer filmin başrolü onunsa hiç olmamış…
Fury, baştan sonra klişelerle dolu bir savaş filmi… Konusu dahi yok, 5 kişilik bir birliğin son 24 saati gibi bir şey… Savaş filmiş olduğundan ille kan ve şiddet var. Bence tam bir zaman kaybı. Brad Pitt hayranları ve kanlı savaş filmi sevenler belki beğenebilir.


21 Ekim 2014

Beyoğlu'nun En Güzel Abisi - Ahmet Ümit


Ahmet Ümit artık kesinlikle Türkiye'nin cinayet romanı yazarları arasında bir numara... İçimizden insanlar, az çok tanıdık mekanlar, lokantalar, kiliseler, camiler, sokaklar, tarihi kişilikler, herkesin zevkle okuyabileceği ve anlayacağı bir dilde okuyucuyla kavuşuyor ve kendisinin artık kilit bir hayran kitlesi var. 
"Beyoğlu'nun En Güzel Abisi"'nde yine bildik Komiser Nevzat, yardımcısı bıçkın Ali ve mesai arkadaşları Zeynep, kaldığımız yerde bizi bekliyorlar. En son hangi kitapta varlardı hatırlamıyorum ama öyle karakterler ki hani eski dostunuzla yıllarca görüşmezsiniz ama karşılaşınca bıraktığınız yerden hiçbir şey olmamış gibi devam edersiniz... 
Bu kez Tarlabaşı semtindeyiz. Günlerden yılbaşı; herkes çılgınca eğleniyor. Ara sokaklarda, gizlice kumar oynatılan Tarlabaşılılar Kulübünün önünde Engin Akça öldürülür. Engin'in hem Tarlabaşılılar, hem de rakibi Öz Tarlabaşılılar Kulübüyle yakın ilişkileri vardır. İki kulübün de sahipleri Barbut İhsan ve Kara Nizam, önceleri yakın dostken şimdi bir kadın yüzünden azılı düşmandır. Engin Kara Nizam'ın adamıdır ancak zengin bir evli kadınla beraber Kara Nizam'ın ele geçirmeye çalıştığı ev ve arsaları gizlice almaktadır. Aynı zamanda bir pavyonda şarkı söyleyen Azize ile de inişli çıkışlı bir ilişki yaşamaktadır. Kısacası Engin'in pek çok öldürülme nedeni vardır.
Başkomiser Nevzat, Beyoğlu'nda görev yaptığı senelerden tanıdığı pezevenklerin, mafya adamlarının ve tinercilerin yardımıyla cinayeti çözmeye çalışır. Bu arada iki kulüp sahibi de birbirinin başını yer. Tam bu cinayet de çözülemeyenlere katıldı derken sürpriz bir şekilde katile ulaşılır.
Bu arada Başkomiser Nevzat, aynı zamanda komşusu olan ve sinir olduğu cinayet romanı yazarından (Ahmet Ümit) sık sık bahseder ve serzenişte bulunur. Aslında yazarın bir kitabını okusa onu belki daha iyi tanıyabileceğini düşünür. Ahmet Ümit, son kitabını ona hediye eder; kitabın adı "Beyoğlu'nun En Güzel Abisi"dir. Yazar, onun kitabını yazmıştır...
Fonda mekan olarak Beyoğlu ve Tarlabaşı, geçmişte 6-7 Eylül olayları ve geçtiğimiz yazın Gezi olaylarının en güzel anlatımıyla okunası bir roman...




Stoker - Lanetli Kan





Aynı ay, iki kere üst üste seyrettiğim, mükemmel ötesi film... "Lanetli Kan"', "İntikam" Üçlemesi'nin yönetmeni Güney Koreli sinemacı Park Chan-wook'ın Amerika'da çektiği ilk film...
Filmin baş rollerini Mia Wasikoeska, Nicole Kidman ve Matthew Goode paylaşıyor. Indie, 18. yaş gününde babasını bir araba kazasında kaybeder. O gün, varlığından haberdar olmadığı amcası Charlie de hayatlarına dahil olur. Genç yaşta dul kalan anne Evelyn, kısa sürede Charlie'yi benimserken Indie, bu durumdan oldukça rahatsız olur. Indie, tuhaf yaratılışta bir çocuktur; annesiyle yakınlaşamazken, okulda da sosyal çevre kurmakta zorluk çeker. 
Evin kahyası ve Indie'nin halası, Charlie'yi tedirginlikle karşılarlar ve sırayla ortadan kaybolurlar... Charlie, cinsel olarak hem Evelyn'i hem de India'yı oldukça etkilemektedir. (Özellikle, filmdeki dans ve piano sahneleri bu gerilimi oldukça iyi vermekte) Günler geçtikçe Stoker ailesinin sır perdesi aralanır ve olaylar çığrından çıkar.




Film, pek çok görsel ögeyi barındırıyor. Mekan olarak kullanılan ev ve ışık çok başarılı. India'nın hayal dünyası, müziklerle harmanlanmış... Sorunlu anne, asosyal çocuk ve psikopat amca rolleri çok iyi kotarılmış. Filmdeki pek çok sahne aklımdan çıkmıyor: Bir örümceğin İndia'nın bacaklarında dolaşması, India'ya her sene doğum gününde gelen aynı tip pabuçlar, Evelyn'in kızının ondan nefret ettiğini idrak ettiği saç tarama sahnesi, Charlie'nin kardeşini gömmesi, India'nın bodrum katına indiğinde lambayla oynaması ve en son polisle kedi-fare oyunu oynadığı sahne...
Eleştirmenlerden iyi eleştiriler alamamış ama bence seyretmeye değer...



.

19 Ekim 2014

Dövüş Gecesi


Dün gece, bizim DOT takımı olarak "Dövüş Gecesi"ne gittik. Bu sezonun ilk tiyatrosu... aslında tiyatro değil bir oyun ve bu oyuna seyirci de birebir dahil... Zaten sunucu (Mert Ören) da baştan söylüyor, siz seyirci olmazsanız bu oyun da olmaz diye...
Daha salona girerken hepimize, üzerinde 1'den 5'e kadar tuşlar olan minik keypadler verildi. Ve oylamalar başladı... Kaç yaşındayız, cinsiyet, gelir düzeyi; yani seyirciyle tanışıldı. Sonrasında perde açıldı ve karşımıza 5 kişi çıktı. Sahnede sırasıyla Gizem Erdem, Tuğrul Tülek, Serkan Altunorak, Ece Dizdar ve İbrahim Selim duruyor... Bu 5 adaydan birini seçmemiz istendi. Tabii neye göre olduğu fark etmez; yani ilk tur ve kör bir atış... Sonuçta İbrahim en az oyu alırken Serkan da (herhalde dizilerden ötürü daha tanınmış olmasından) en yüksek oyu aldı. Ama kurulan ikili koalisyonlarla Tuğrul Tülek oyun dışı kaldı. Yani benim seçimim baştan elenmiş oldu...
Sonraki oylamalar, daha çok yatkın olunan veya nefret edilen fikirlerle ilgiliydi. Tüm gece hiç sıkılmadan oy verdik. Salonda 60 yaş üstü dilimine giren eşim, Ece Dizdar tarafından kendine oy vermeye kibar bir şekilde ikna edildi:)
Sonuçta elene elene 3 aday kaldı karşımızda ve ben başta hiç tanımadığım için uzak kaldığım Gizem'e kendimi daha yakın hissetmeye başladım. Ece'nin az oy alıp adaylıktan çekilmesini açıklamasıyla, Serkan son kozunu oynadı ve "oy vermek zorunda değilsiniz, sisteme karşı gelin" çağrısıyla birlikte aklını çeldiklerinden keypadlari toplamaya başladı. Bu kadarla da bitmedi; Gizem sahnede elindeki yüzdenin gücüyle diktatörleşirken artık oy vermek istemeyenlerin de sistemden dışlanması için bir referandum yaptı. Salonun üçte biri çıkan sonuca istinaden Serkan ile birlikte salondan çıkarken geri kalan bizler, yani oy vermeye çalışanlar istese de istemese de kalan tek adayı seçme durumunda kaldı ve %100 oyla yeni iktidarımızı seçtik...
Oyunda bunlar olurken biz, seçim sisteminin karmaşıklığını, seçimlerde matematiğin oynadığı rolü, oyunuzu almak için rolden role giren adayları, nabza göre şerbet veren konuşmalarını, seçilemeyince çirkefleşmelerini görüp gerçek hayatta da seçim denen oyunun parçası olduğumuzu ve sonucun çoğu zaman elimizde olmadığını anlayıp kafamızda soru işaretleriyle salondan çıktık. 
Her şey bittiğinde acaba gerçek bir seçimden mi çıktık yoksa bir mizansen mi izledik epeyce tartıştık. Sonuçta verdiğimiz oylar gerçekten doğru bir şekilde işleniyor mu emin olamıyorsunuz. (Gerçek seçim sisteminde de emin olmamız çok zor ya:)) Sonunda "çoğunluk" kazandı dendi... Kim bilir? Bu arada insan ister istemez yakınlarının , tanıdık tanımadık çevrede oturanların neye oy verdiğini bilmek istiyor. Ben mi çok meraklıydım yoksa:)
Ben oyunu beğendim, bir kere insanı düşünmeye zorlaması çok başarılı... Zaman zaman doğaçlamada harikalar yaratan iyi oyuncularla da izlemeye değer...


9 Ekim 2014

O Geri Döndü - Timur Vermes



Hitler 1945 yılında ölmemTimur Vermes adlı Alman yazarın ilk romanı olan "O Geri Dödü", uzunca bir süredir Almanya'nın bestseller listelerinde 1 numara... Türkiye'de de ilgi gören kitap, Hitler'i adeta hortlatıyor.
Hitler, yeniliklere anında uyum sağlar. Türk bir show yıldızının programında Hitler benzeri olarak parodiler yapar. Ülkenin bir bölümü, gerçek Hitler'in söylemlerine kara mizah unsuru olarak kabul edip bayılırken bir kısmı da bu Hitler bozuntusundan nefret eder. Youtube fenomeni olan ve sosyal medyada patlama yaşayan Hitler, ülkesini "doğru yola sokma" yolunda tüm yenilikleri başarıyla kullanır. Fikirlerinden ödün vermeden şöhretini zirveye ulaştırır.
Yazar, Hitler'in yazdığı "Kavgam" ve "İkinci Kitap" adlı makalelerinden oluşmuş kitaplarını okumuş. Birkaç biyografi de eklenince Hitler hakkında yeterli bilgi sahibi olduğuna inanıp bu kitabı yazmış. Bence "daha fazla araştırma yaptım" dese inanabilirdim. Çünkü kitapta Hitler ve yaşamı, çok ince ayrıntılarına kadar veriliyor. En yakın yoldaşları, yaşadığı mekanlar, dönemin partileri ve kuruluşları, Almanya'nın nazi dönemi, çok iyi anlatılmış. Diktatör, aynı zamanda bir mimar ya da mühendismiş gibi köprüler, binalar tasarlıyor. Yazarmış gibi kitap yazıyor. Gazeteciymiş gibi tüm yayın organlarına burnunu sokuyor. 

Kitap kesinlikle tam bir kara mizah harikası. Benim için biraz okuması zor bir romandı; zira Hitler'in Yahudi nefreti, diktatörlüğü ve milliyetçiliği dışında o dönem hakkında pek bir fikrim yok. Konuyla ilgili bilgisi olanların daha bilinçli ve severek okuyacakları kesin.


Er Ist Wieder Da










8 Ekim 2014

Yaz - Kürşat Başar

"Günün birinde hepimiz yalnızca başkalarının dilindeki sözcüklere dönüşeceğiz.
Sadece bizi anlayan birtakım sözcüklerle hatırlanacağız.
Ama belki de, nenemin dediği gibi, bir gün hepimiz bilinmez bir yerde buluşacağız ve birbirimizi çok özlemiş olduğumuz için çok sevineceğiz."


Kürşat Başar'ın son kitabının üzerine tam 11 yıl sonra yazdığı kitabı "Yaz"ın en çarpıcı sözleri bu...
Kıbrıs'ta doğan ve annesini daha doğarken yitiren Murat, küçük yaşlarında babasının da aniden ortadan kaybolmasıyla altüst olur. Ninesiyle birlikte amcasının yanına, İstanbul'a taşınır. Amca, tüm gün kütüphanesinde oturup kitap okumakta ve insanlığın kötülükleriyle ilgili bir antoloji ile uğraşmaktadır. Bir gün, hayatın anlamını bulduğuna dair bir not bırakıp intihar eder ve tüm kütüphanesini Murat'a bırakır.
Bu kez kitapların içinde kaybolmak Murat'ın işi haline gelir. Murat, amcasının arkadaşı Firuz Bey'in iş yerinde çalışmaya başlar ve Firuz Bey'in kızı Emel'e aşık olur. Emel, sırlarıyla birlikte Murat'ın vazgeçilmezi haline gelir. Aralarında, herkesten sakladıkları gizli bir ilişki başlar. Emel, okulu için İngiltere'ye gittiği sırada, Murat'ın haşarı dayısı çıkagelir ve Murat'ı götürdüğü bir partide, Emel'in sırrı açığa çıkar. Emel, bir başkasıyla evlenmek üzeredir. Bunu öğrenen Murat, kendinden 20 yaş büyük Leyla ile ilişkiye girer. En sonunda Emel'in kuzeni, Murat'ı İngiltere'ye gelip Emel'e sürpriz yapması için ikna eder. Emel, eşinden ayrılmıştır. Emel'in gerçek sırrı öğrenilir. (Bunu açıklamam doğru olmaz)... Murat ve Emel'i yeni bir birliktelik beklemektedir. 
Yıllar sonra Murat'ın babasının da bulunduğu bir toplu mezar bulunur. Kemiklerini almak için Kıbrıs'a giden Murat, son anda almaktan vazgeçer; böylece babasının öldüğünü kabullenmek istemez.
Eskinin Türk filmleri tadında, sabun köpüğü gibi bir hikaye. Karakterler oldukça iyi betimlenmiş. Özellikle yan rollerdeki amca ve dayı karakterleri  kitabı sürüklüyor.
Ana tema olan aşk bence biraz havada kalıyor. Sanki Emel zoraki Murat'la birlikte, sırrı yüzünden kimselerle olmak istemiyor da kendine Murat'ı seçmiş gibi. Murat tam bir kaybeden bence... Hem hayatta, hem aşkta...
Kürşat Başar sanıyorum uzun süre ara verince yazarlıktan biraz soğumuş. Nerede o "Başucumda Müzik"in güzelliği, naifliği... Romanın ilk sayfasından itibaren, hemen hemen sonuna kadar "ha şimdi konuya giriyor, ha şimdi girecek" diye bekledim. Benim için sanki asıl hikaye başlayamadan kitap bitti... Çok beğenemedim yani... "Yaz" tam bir yaz kitabı olmuş...
Kürşat Başar'ın çok iyi kotardığı şey ise romanın içine gizlenmiş, klasik, her kitapseverin bildiği, okuduğu romanlara rastlamak oldu. "Bu kitap şu olmalı" diye tam bir beyin jimnastiği yaptım.





2 Ekim 2014

Karışık Kaset - Uygar Şirin


Uygar Şirin'in "Karışık Kaset" kitabı, aynen yukarıdaki tanıtım filmindeki gibi her sayfası şarkı söyleyen bir kitap. O kadar eğlenerek ve severek okudum ki "en sevdiğim kitaplar" arasında baş sırayı aldı diyebilirim. Bana bunu tavsiye eden sevgili İpek'e buradan sonsuz teşekkürler...
Ah "nasıl anlatsam, nereden başlasam" Yeni Türkü, MFÖ'nün tüm şarkıları, Ahmet Kaya, Sezen Aksu, Göksel, Erol Evgin, daha niceleri bu kitapta adeta konser veriyor. 
İrem ve Ulaş 1990 senesinde tanışırlar, İrem 12, Ulaş 13 yaşındadır ve o zaman için "büyük" bir aşk söz konusudur. Ulaş, tüm duygularını dönemin şarkılarıyla yaşarken, çekinip de söyleyemediklerini hazırladığı karışık kasetlerle İrem'e iletir. İkilinin yolu 10 yıllık aralardan sonra 2000 ve 2010 yıllarında tekrar kesişir. Duygular değişmezken şarkılar değişir, kasetlerin yerini cd'ler, daha sonra da usb port'lar alır:)
Ben de 1990'da tam 20 yaşındayım... Onların ucundan yakaladığı karışık kaset yapma durumunun tam içindeyim... Babam, 1982 yılında evimize Sony marka, pikap, radyo ve çift kaset çalarlı bir müzik seti almış... Ben onunla ne kasetler yaptım bir bilseniz... Radyoda TRT 3 'ten temiz ses alabilmek için cambazvari hareketlerle anteni tavanlara yapıştırıp sonra spikerin sesini almadan kasete çekmeye çalışırken şarkıların mutlaka başı ve sonu kaçardı. Bazen de spikerden bile erken davranır şarkının son 1 dakikasını çekemezdim. Kasetten kasede çekim yaparken çıkan "tak tuk" seslere annemler sinirlenir, "müzik setini bozarsın!..." diye bol bol da azar işitirdim. Babamın en değerlisi, bazen yurt dışından, bazen İstanbul'dan getirttiği plaklarıydı ve benim onlara dokunmam yasaktı. Bugün halen 32 yıl sonra aynı pikapta aynı plakları dinleyebiliyorsam bunu o yıllarda "uslu" çocuk olmama borçluyum:)
Sonra üniversite yılları ve Beşiktaş Pasajındaki "aynı" kasetçiye doldurtulan kasetler... Dinlenen aynı şarkılar, bugün bile bıkmadan dinlenen ve ezbere söylenen MFÖ'nün en güzel, en bilinen ve en bilinmeyen şarkıları, Aşkın Nur Yengi'nin ilk albümü ve sabahtan akşama kadar sürekli dinlenmesi...
Bu kitaba resmen bayıldım. O ilk aşkın naifliği, 20'li yaşın romantikliği, 30'lu yaşların gerçekliği...
Şimdi bir de filme çekildi ya sabırsızlıkla bekliyorum... 
Herkes ama herkes okusun...





Boş Koltuk – J.K.Rowling



Yedi adet kitaptan oluşan Harry Potter serisi ile tanıdığımız ve sevdiğimiz J.K.Rowling’den bu kez büyükler için yazılmış bir kasaba hikayesi. Kitabın arka kapağında da yazdığı gibi “KÜÇÜK BİR KASABA HAKKINDA BÜYÜK BİR ROMAN”…
Pagford kasabası, komşu Yarvil şehri ile arasında kalan ve kendisine bağlanan gecekondu semti Fields yerleşkesinden oldukça rahatsızdır. Fields’ın içinden yetişen, belediye meclis üyesi Barry Fairbrother’ın beyin anevrizmasından ani ölümüyle boş kalan koltuğu, karşıt görüşlü üyeler için hedef haline gelir. Fields karşıtları, bu yerleşkeyi Yarvil’e iade etmek ve aynı zamanda uyuşturucu bağımlıları için kurulmuş rehabilitasyon merkezini kapatmak için kıyasıya mücadele verirler.
Bu konu çerçevesinde, küçük bir kasabada yaşayan ailelerin yaşamlarına, psikolojik ve sosyolojik rahatsızlıklarına, anne-baba-çocuk ilişkilerine, kariyer savaşlarına, aşk ilişkilerine, gizli aşklara, kavgalara, hırsızlıklara, tahammülsüzlüklere, uyuşturucu bağımlılıklarına, batağa batma ve bataktan çıkma çabalarına, kıskançlıklara, ırkçılığa, dışlanmışlığa, ölümlere tanık oluruz. Yakında HBO ve BBC tarafından dizisinin çekileceğini öğrendiğim Boş Koltuk, bence “Desperate Housewives” dizisine rahatlıkla rakip olabilir.


J.K.Rowling, bu kez Harry Potter’ın büyüsünü benim üzerime yaptı diyebilirim. Tam 591 sayfa boyunca soluksuz okudum. Oldukça sürükleyici ve merak uyandırıcı bir hikaye … Başlarda, diğer kitapların çevirmeni Sevin Okyay’ı aramadım desem yalan olur; ama kısa süre sonra Dost Körpe’ye haksızlık yaptığımın farkına vardım… İnternette kitapla ilgili bir dolu olumsuz yorum var. Ben de kitabı 5 TL’lik kitaplar standından aldım. Bunun sebebi, sanıyorum, yazarın Harry Potter’larla başladığı muhteşem kariyerinden sonra, normal bir roman yazmasını okurun hazmedememesi. Rowling bu konuya da kendince bir çözüm bulmuş ve son romanı “Guguk Kuşu” nu Robert Galbraith takma adıyla yazmış. Ben oldukça beğendim; bana sorarsanız okuyun ve bol bol tavsiye edip okutun derim. 


The Casual Vacancy


25 Eylül 2014

İstanbul Kırmızısı – Ferzan Özpetek


Filmlerini severek takip ettiğim, en sevdiğim yönetmenlerden biri olan Ferzan Özpetek’in ilk kitabı “İstanbul Kırmızısı” nı  alıp okumamak olmazdı. İtalya’da yaşayan yönetmen, bu otobiyografik kitapta, İstanbul’un hayatında hiç bitmeyen özlemini ve yerini dile getiriyor. Kitap, İtalya’da da en çok satanlar listesine girmiş.
Özpetek, son derece samimi ve içten bir şekilde çocukluğunu, ilk ergenlik ve gençlik yıllarını, ilk aşkını, babasıyla çekişmelerini anlatıyor. Yazarın hayat hikayesinin paralelinde, Gezi olayları zamanında turist olarak İstanbul’da bulunan dört kişilik bir İtalyan grubun başından geçenler de anlatılıyor. Sanki bu hikayeler, filmlerinde izlediğimiz senaryoları andırıyor.


Annesine karşı derin bir sevgi besleyen Özpetek, kitabın kapağında, annesinin eski bir resmini kullanmış. Kitabın adı da annesinin kendisinden istediği kırmızı bir ojeden geliyormuş. “İstanbul Kırmızısı”, Ferzan Özpetek’in söyleyeceklerini takipçilerine iletmek için yazdığı bir kitap, bir kendini anlatma çabası… Edebi roman sevdasındakiler değil ama sevenleri okuyup oldukça keyif alabilir.


Kardan Kız- Eowyn Ivey


2012 İngiltere Ulusal Kitap Ödülünü alan kitap, adı ve romantik kapak resmi ile dikkat çekiyor.
Jack ve Mabel, ölü doğan çocuklarından sonra hayatlarında hep bir eksiklikle yaşarlar. İlerleyen yaşlarında, her şeylerini bırakıp Alaska’ya yerleşirler. Çocuk özlemi çeken çift, yılın ilk karı yağdığında kardan bir kız çocuğu yapar. Ertesi sabah uyandıklarında, çocuğun yerinde yeller esmektedir ve karda minik ayak izleri vardır. Mabel’in çocukluğundaki resimli hikaye kitabındaki kardan kız gerçek olmuştur.
İlk başlarda çift, kardan kızın varlığı konusunda birbirlerinden şüpheye düşerken zamanla, kız zamanla varlığını komşularına da ispat eder. Kardan kız, karlı Alaska’da, fakir ve sıkıcı hayatlara sihirli dokunuşlarda bulunur ve yıllar sonra bir gün, yine geldiği gibi ortadan kaybolur…


Kendisi de Alaska’da yaşayan yazar, o bölgede yaşamanın tüm zorluklarını çok güzel betimlemiş. İlginç başlayan roman, uzun ve sıkıcı devam ediyor ve maalesef vasat bitiyor. Aldığı ödüle, kapak resmine ve adına kanmayın.


The Snow Child



24 Eylül 2014

Ustam ve Ben - Elif Şafak


Elif Şafak, edebi tarzı, akıcı ve zengin dili, anlatım kabiliyetiyle tartışılmaz bir yazar. Son kitabı "Ustam ve Ben" ile, bir fil (Çota) ve filbaz çocuk (Cihan) üzerinden Osmanlı'nın bir dönemini anlatıyor. 
16.yy. İstanbul'u Kanuni döneminde başlayan tarihi olaylar, Sadrazam İbrahim Paşa ve iki oğlunun ölüm emrini vermesi, sevilmeyen, "cadı" yaftalı, Kanuni'yi her konuda fazlasıyla etkileyen bir Hürrem Sultan, her görenin aşık olduğu Mihrimah Sultan ve Rüstem Paşa ile olan mutsuz evliliği, Ayas Paşa ve Lütfü Paşa'nın vezirlik dönemleri, veba salgını, Kanuni'nin ardından Şehzade Selim'in tahta çıkması, içkiye olan düşkünlüğü, peşinden padişah olan Sultan Murad'ın kardeşleri ve evlatlarını katletmesi, Mimar Sinan'ın eserleri ve daha neler neler... 

Elif Şafak'ın 3 yıllık araştırmasının sonucu olan "Ustam ve Ben", mimarlar ve sanat tarihçileri tarafından oldukça eleştirilmekte. Mimar Sinan'ı ve eserlerini baz alması bakımından benim de baştan ilgimi çeken kitabın iyi araştırılmadan yazıldığını ve basit kaldığını kabul etmek lazım. 

Kültürümüze ait olmayan, Hindistan'dan gelen bir fil, bu filin Osmanlıda çok ilgi çekmesi, inşaatlarda ve törenlerde kullanılması bana hiç inandırıcı gelmediği gibi çok da itici geldi...

Son dönemlerde, devamlı "moda" konular üzerine kitap yazan Elif Şafak, sanki bu kitabında da, "Muhteşem Yüzyıl" dizisini izlerken notlar almış ve adeta -bu konudan ve yarattığı hayranlık ile meraktan ben de biraz para kazanayım- demiş... Sonuçta da ortaya sıkıcı, okuması insanı yoran, konusu bayat bir kitap çıkmış. 

"Ustam ve Ben" i bitirme sebebimin Elif Şafak'a olan saygımdan olduğunu belirtmekte bir sakınca görmüyorum. 
- Sevgili Elif Şafak, nerede " Bit Palas" , nerede bu son kitap... 






18 Ağustos 2014

Kış Uykusu

Nuri Bilge Ceylan'ın 2014 Cannes Film Festivalinde "en iyi film" ödülüne layık görülen "Kış Uykusu" filmini tek kelimeyle çok beğendim... Eşi Ebru Ceylan, filmin oluşum aşamasında NBC ile çok kavga ettiklerini, bunun sonucunda da iyi bir iş çıkardıklarını söylemiş. Bence haklı; bizim de eşimle en iyi kotardığımız işler, projesi ve uygulaması sırasında en çok tartıştığımız, tansiyonumuzu yükselten işler.
Filmin ana karakteri Aydın (Haluk Bilginer), İstanbul'daki tiyatroculuk yıllarının ardından tasını tarağını toplayıp Ürgüp'e yerleşir ve bir otel işletmeye başlar. Kendinden yaşça küçük ve ekonomik özgürlüğü olmayan karısı Nihal (Melisa Sözen) ile aralarındaki ilişki oldukça monotonlaşmıştır. Aydın, yerel bir gazetede entel yazılar yazmakta, Nihal ise hayır işleri ve toplantıları ile kendini iyi hissetme çabasındadır. Aydın'ın kız kardeşi Necla (Demet Akbağ) eşinden boşandıktan sonra otelde yaşamaya başlamıştır ve yıkıcı eleştirileri ile Aydın'ı çıldırtmaktadır. Nitekim çenesini tutamayan Aydın, filmin ilk yarısının sonunda Necla'yı küstürür. 
Aydın, Nihal ve Necla, Ürgüp'te adeta bir Çehov eserindeki tekdüzelikte bir hayat sürerler. Sanki tek yaptıkları iş, hayatı tüketmeye çalışmaktır...
Filmi destekleyen ve renklendiren ise ikincil roldeki karakterler... Aydın Bey'in has adamı Hidayet (Ayberk Pekcan) , köyün imamı iyi niyetli Hamdi (Serhat Mustafa Kılıç), imamın kardeşi ve aynı zamanda belalı kiracı İsmail (Nejat İşler), köy öğretmeni Levent (Nadir Sarıbacak) ve diğer yan rollerdeki tüm karakterler adeta gerçek gibiler. Özellikler Serhat Mustafa Kılıç, vücut dilini, mimiklerini kullanarak çok başarılı bir imam karakteri oluşturmuş.
Aydın, Ürgüp'te yaşarken aslında buradaki insanlara ve hayata oldukça yabancı kalmakta, kendini, fikren, madden herkesten üstün tutarken etrafındakileri gizli gizli küçümsemekten kendini alıkoyamamaktadır. Köşe yazılarında dahi çevresiyle ilgili yaptığı eleştiriler ön plandadır. 
Nihal ve Necla ile Aydın arasındaki çekişmeler sürüp giderken ne Aydın yaşadıklarını terk edip gidebilir, ne de karısının gitmesine seyirci kalabilir. En iyisi, yeni uğraşlarla sıkıcı hayatlara biraz daha yaşanabilirlik katmayı başarmaya çalışmaktır.
Nuri Bilge Ceylan, bu kez gerçekten izlenilebilir olmayı başarmış. Yönetmenin fotoğrafçılık yönünün ağır basmasıyla mükemmel doğal görüntüler, ana ve yan rollerdeki mükemmel kast, iyi senaryo ve konuşan, kendini dinleten ve hiç susmayan karakterler, film 3 saat daha sürse izlenilebilir etkisi yaratıyor.



17 Ağustos 2014

Aynadaki Ben - Stephanie Lehmann


Uzun zamandır bu kadar keyifli bir kitap okumamıştım.
 Amanda, NewYork'ta vintage kıyafet mağazası olan, otuzlu yaşlarında yalnız yaşayan bir kadındır. Bir gün, ikinci el kıyafetlerini almaya gittiği yaşlı ve hasta bir kadının eşyaları arasında bir günlük bulur. Günlük, 1900'lü yılların başında NewYork'ta yalnız yaşam mücadelesi veren Olive isimli bir genç kadın hakkındadır. Amanda, büyük bir merakla Olive'in yaşadıklarını okurken biz de o yılların NewYork'unda kadın olmanın zorluklarını görürüz. Kadının seçme ve seçilme özgürlüğü olmadığı gibi, yanlarında 1. dereceden akraba oldukları bir erkek olmadan otellere ve lokantalara dahi alınmamaktadır. O yıllarda çalışan ve yalnız kadına iyi gözle bakılmaz. Kadınlar mağazalarda çok cüzi miktarda bir ücretle çalışabilirler. 

Amanda ise günümüz Amerika'sında uzatmalı ve evli sevgilisinden kurtulma yollarını ararken kendi ayaklarının üzerinde durmayı öğrenir. Olive'in yaşadıkları ona güç ve cesaret verir. Olive, Amanda ve yaşlı kadının hayatları 100 yıllık dönem içinde kesişir ve birbirlerini etkiler...
Kitabın en ilgi çekici kısmı da Amanda'nın yaptığı iş nedeniyle Amerikan moda tarihine ve vintage kıyafetlere dikkat çekmesi... İlk işim moda tarihini incelemek oldu...



Bu da Olive'in günlüğünün geçtiği yılların modası



Astor Place Vintage



15 Ağustos 2014

Kont Dracula Balesi

Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü tarafından, 2008’den bu yana, iki yılda bir gerçekleştirilen 4. Uluslararası İstanbul Bale Yarışması ve Festivali'nin  açılışında , Zorlu Center PSM'de, Türkiye’nin ilk korku balesi olan “Kont Dracula Balesi”'ni izledik .2013-2014 sanat sezonunda Ankara Devlet Opera ve Balesi tarafından Dünya Prömiyeri yapan Kont Dracula balesi, sezon boyunca kapalı gişe oynamış... Biz İstanbul seyircisi tarafından da ilgi ve beğeniyle izlendi...
Romen, fantastşk Kont Dracula karakterinin ele alındığı balenin müzüğü ve librettosu, kendisi de Romen olan şef Bujor Hoinic'e, kareografisi Nugzar ve Medeia Magalashvili'ye ait...
Burada öyküden bahsetmeye gerek yok sanırım... 
İnsan kanıyla beslenen Lord Dracula ve arkadaşları, Kont'un takıntı yaparak kaçırttığı, hancının kızı, Kont'la ilgili bilimsel araştırmalar peşindeki bilim adamı ve en sonunda ısırdığı kızı elde eden Dracula...
"Dracula always wins..."
Çok keyifle ve hayranlıkla izledim. Bugüne kadar gördüğüm en başarılı bale...