9 Temmuz 2014

Bay Daldry'nin Tuhaf İstanbul Yolculuğu - Marc Levy


Fransız asıllı yazar Marc Levy'nin kitapları hep bir kadın duyarlılığıyla yazılmıştır. Gençliğimizin beyaz dizilerinden hallice olup tam bir romantik tatil kitabı tadındadır. Yazarın dilimize çevrilen son romanı "Bay Daldry'nin Tuhaf İstanbul Yolculuğu"nu ise İstanbul'da geçtiğini bildiğim için sabırsızlıkla bekliyordum. Zira bu romanı Fransızca bilen eşime, 2011 yılında yaptığımız bir Fransa tatilinde aldırmıştım. O da okuyup beğenmiş, eski İstanbul'u güzel tasvir ettiğini söylemişti... Aynı romanla ilgili yine bu seneki Fransa tatilimizde tur rehberi ve taksi şoförü olan Anne, İstanbul'a gelme isteğinin bu kitaptan kaynaklandığını dile getirdi...
Hikayemiz, birbiriyle kapı komşusu olan iki yalnız insan arasında geçiyor. 1950'lerin Londra'sında koku uzmanlığı yapan Alice ile ressam komşusu Bay Daldry, kavga gürültüyle başlayan tanışıklıklarını iyi bir dostluğa taşırlar.
Alice, arkadaş gurubuyla gittiği Brighton'daki şenliklerde kafasını karıştıran bir falcıyla tanışır. Falcı kadın, ona kökenlerini başka bir yerde, İstanbul'da araması gerektiğini ve onun için önemli olan erkeğe ulaşmak için 6 kişiyle tanışacağını söyler. Bu durumu Bay Daldry ile paylaşan Alice, komşusunun zoruyla soluğu İstanbul'da alır. Bay Daldry de resmini yapmak istediği kavşak görüntüleri için onunla bu yolculuğa katılır. Ayrıca Alice'in, Doğu kokularından esinlenerek yapmak istediği oda parfümleri de bu yolculuğun bir sebebidir.
1950'lerin Londra'sından, eğlenceli ve naif 1950'lerin İstanbul'una geliriz... Kahramanlarımız Pera Palas'ı mekan edinirken, Rejans, İnci pastahanesi gibi eskinin güzel lezzet noktalarına da uğrarlar... Boğaz ve salaş balık lokantaları, içilen rakılar, sohbetler, Galata ve Karaköy civarındaki meyhaneler oldukça keyifli bir İstanbul'u gözler önüne serer.
Alice, Türk ıtriyatçıdan yeni koku rezervleri elde ederken Bay Daldry'nin tuttuğu, çat pat İngilizce bilen tur rehberi Can'ın da pek çok konuda yardımını görürler. Bu arada Alice'in gördüğü tuhaf kabuslar bitmek bilmez... İstanbul'daki İngiliz Konsolosluğunun yardımıyla ailesinin bir müddet İstanbul'da yaşadığını öğrenir. Anne ve babasını tanıyan yaşlı komşuları ise Alice'in o yıllarda var olduğunu hatırlamamaktadır. Konsoloslukta da Alice hakkında bir kayıt yoktur. 
Belirsizliklerle beraber İstanbul'un büyüsü, Alice'i bırakmaz ve Bay Daldry Londra'ya dönerken Alice Üsküdar'da bir oda kiralayıp yaşamaya ve yarı zamanlı çalışmaya başlar. Yine Can'ın yardımıyla bulunan süt anne, olayları çözüme ulaştıran kişi olur. Asıl adı Anuş olan ve bir Ermeni olan Alice, İstanbul'da doğmuş, 1920'lerde Türklerin Ermeniler'e Ruslarla iş birliği yaptıkları suçlamasıyla saldırıda bulunmaları sonucu, ailesini kaybetmiş ve sütannesi tarafından, o güne kadar ailesi bildiği İngiliz çift ile beraber Londra'ya yollamıştır. Ancak Alice'in hayatındaki en önemli isim olacak olan erkek kardeşi, sütannenin yanında kalmıştır. Yıllar sonra kardeşinin varlığından haberdar olan Alice ise birkaç bocalama sonucu hayatının erkeğinin Bay Daldry olduğunun farkına varır ve Londra'ya dönüp sevdiceğine kavuşur.
Mutlu son... Yalnız yine bizim adımız şu Ermeni soykırımına karışmasaymış iyiymiş. Ama Alice'in ailesi tüm Türkleri suçlamıyor. Galeyana gelip saldırıda bulunanlar olduğu gibi son derece iyi Türklerin de bulunduğunu dile getiriyor. Bu da bir teselli...
Bence sevimli bir İstanbul kitabı. keyifli bir eski İstanbul yolculuğu için okunabilir...

Bakınız yazar neden İstanbul sorusuna ne cevap vermiş:

İlk kez kitap fuarı için gittiğim İstanbul’a daha sonra tekrar tekrar seyahatler yaptım. Şehre âşık oldum; kokusuna, tarihine. Bu romanda geçen kokulardan bazıları benim tecrübe ettiğim, unutamadığım kokular zaten. Sadece sokakta dolaşarak pek çok şey keşfedebilirsiniz. Çekici ve gizemli. Anlatmak istediğim arayış hikâyesi için mükemmel bir ortam olduğunu düşündüm.” 



L'etrange Voyage de Monsieur Daldry



8 Temmuz 2014

Bir Çıtır vardı...

Artık onun hakkında bir şeyler yazmanın zamanı geldi. Onun yokluğunun ayrımına ancak varıyorum. Onu hatırlamaksa burnumun ucunda bir sızı…
O benim minik kızımdı. Ben onun sahibi değil, seçtiği kişiydim; ikimizin yaşadığı ev ise onun bu dünyada yaşamak için seçtiği yuvaydı. Neyini sevmişti bilmiyorum. Kokusunu mu, yoksa benim onun cinsinden olanları çok sevdiğimi ve onu baş tacı yapacağımı mı hissetmişti.
Onu ilk kez bir aralık akşamı, işten eve geldiğimde, 4. Kattaki dairemin paspasında gördüm. Kocaman bir kafası, şirin mi şirin bir yüzü ve sanki hemcinsleriyle bir kavgadan galip çıkıp sıvışmışcasına yırtık kulakları vardı. O gece apartmandaki herkese sordum “sizin mi” diye ancak kimse tanımıyordu onu. Bizim sitede kediler sevilir ve beslenirdi. “Dışarı bırakın kendine bakar” dediler. Ben de birkaç saat sevip ta beş kat aşağıya, bodrum kata bıraktım.
Gece yatmadan önce çöp koymak için kapıyı açtığımda onu yine eski yerinde, paspasın üzerinde buldum. Ve hiç kıyamayıp yine içeri aldım. Ertesi gün işten eve gelirken aldığım çiş-kaka kabı ve kuma kadar benim miniğim evimize hiçbir şeyini yapmamıştı. Nasıl da biliyordu işini… Tam bir ay boyunca sormadığım kimse kalmadı ve onu alıp evinde besleyecek kimseleri bulamadım… Ayvalık’taki yazlığa bile götürdüm, oralarda da bırakmaya kıyamadım… Veee en sonunda ona bir isim verdim: Çıtır…
Benim asansöre binip katta indiğim anı hisseder ve kapıyı açana kadar miyavlamalarıyla sabırsızlandığını belli ederdi. Eve her geldiğimde ilk işim onu adeta Elmyra (bknz. hayvanlara bayılan ve sevgisiyle bayıltan çizgi film karakteri, Acne Gezegeni) gibi kucaklayıp, kollarımla sıkıştırıp öper koklar severdim. Çıtır ise "neler saçmalıyorsun sen" gibilerden son derece vakur bir havayla durumu idare eder, çok sıkılırsa ciyaklayıp kendini benim kollarımdan kurtarır, durumdan hoşnut kalırsa patisini sevgiyle yanağıma koyardı...
O benim her şeyim oldu… Kızım, arkadaşım, sırdaşım, kız kardeşim… Ağladığımda ve üzüldüğümde beni hep teselli etti. Sevincime ortak oldu. Beni hep mutlu etti… Beni seçmişti… Ben de onu mutlu etmeğe çalıştım…
Sonra kardeşim aramıza katıldı… O Mete’yi ve Ali’yi bana kıyasla daha bir başka sevdi… Eee ne de olsa dişi kediydi… Onu öpmelere, sevmelere doyamadım. Evlenip evden ayrıldığımda galiba bana biraz gönül koydu… Son 8 seneyi Mete ile birlikte burun buruna yaşadı:) Mete onu herşeyden ve herkesten farklı sevdi...

Benim minik kızım, geçtiğimiz ay 16 yaşındayken hayata elveda dedi…  Biz de en yakınımızdan birini kaybettik... Hep beraber Kuzguncuk Bostanı’na gömdük…  Onun kokusunu, sıcaklığını, canlılığını, güzel yüzünü unutmam mümkün değil. Bir daha bir kediye sahip çıkmam da… Bazen Mete ile konuşurken Çıtır’ı sormak üzereyken zor tutuyorum kendimi. O kadar alışmışım ki telefonda mutluluk gurultularını duymaya… Rahat uyu benim minik kızım, seni hiç unutmayacağım…