31 Ocak 2015

Kelebekler Özgürdür - Tiyatro Ak'la Kara

Bu dünyada hiç kimse görmek istemeyenler kadar kör değildir. 
Bu dünyada hiç kimse duymak istemeyenler kadar sağır değildir. 



Doğuştan kör olan Don Baker, 35 yaşına kadar annesinin koruması altında yaşamıştır. Don, artık özgür olmaya ve kendi hayatını kurmaya karar verip NewYork'un merkezinde küçük bir daireye yerleşir. Annesi 2 ay boyunca onu rahat bırakacak, Don da yanlız yaşayabileceğini annesine ve kendine kanıtlayacaktır. 
Yan daireye taşınan, oyuncu Jill ile kısa sürede yakınlaşırlar. Uçarı ve hayat dolu bir kız olan Jill'in başından bir evlilik geçmiştir ve kimseye bağlanmak istememektedir. Don, jill'in varlığı ve cesaretlendirmesiyle, kendine güven kazanır. Bestelerini Jill için söyler, tipini Jill için değiştirir. Birlikte çok eğlenirler. Çok geçmeden, 2 ayın dolmasını bekleyemeyen Florence Baker, oğlunu teftişe gelir. Pamuklara sarıp yetiştirdiğin oğlunu, Jill ile birlikte, yeni bir kişilikle görmek hiç hoşuna gitmez. Oğlunun üzülmesini engellemek ve yine himayesi altına almak için jill ile ciddi bir konuşma yapar. Bundan etkilenen Jill, Don ile yollarını ayırmaya çalışır. Terkedilen Don, üzgündür ancak annesi sonunda, onu özgür bırakma zamanının geldiğinin bilincine varır. 35 yıl sonra yeniden yaşama dönen Don ve ilk defa birinden çok etkilenen ve seven Jill, birbirlerinden kopamazlar.

Tiyatro Ak'la Kara'da, evimin salonunda izler gibi seyrettiğim, samimi bir tiyatro oyunu olmuş "Kelebekler Özgürdür". Alpay'ın nefis şarkısı ile çok etkileyici ve dokunaklı... Daha önce "Tom,Dick ve Harry" oyunu ile bizi gülmekten terlere yatıran Kerem Kobanbay, kör Don rolü ile inanılmaz bir oyunculuk çıkarırken Buket Dereoğlu'nun da uçarı Jill rolü ile hakkını yememek lazım. Özellikle selam bölümünde, yılların tiyatro sanatçısı Bedia Ener Öztep'i başrole taşıyarak, kendilerine yakışanı yapıp, sahnede büyüyorlar. Bu gece 30. Oyunlarını oynadılar. Nice 30 oyunlara, salon dolusu seyirciler diliyorum. Bence bunu kesinlikle sonuna kadar hak ediyorlar. 



20 Ocak 2015

Whiplash


19 yaşındaki Andrew Neyman, küçük yaşlardan itibaren bateri çalmaktadır. Manhattan’da, Shcarffer Konservatuarına devam eden Andrew, bir gün okulun en sert hocası olan Terence Fletcher’in dikkatini çeker. Fletcher ile çalışmak zordur; ekibini sürekli yarışmalara hazırlar; başarılı olmayı hedeflediği kadar acımasızdır da… Fletcher’in doğru ritmini yakalayabilmek için herkes canını dişine takıp çalışmak ve bulunduğu yeri kazanmak zorundadır. Burada kan vardır, gözyaşı vardır… Fletcher için ise önemli olan karşısındakinden kapasitesinin fazlasını istemek ve böylece jazz dalında yeni Charlie Parker’lar (Bird) yaratmaktır. Gelmiş geçmiş davulcuların en iyisi olmak isteyen Andrew da, bu uğurda kendini öldüresiye mücadele eder… 





Whiplash, en iyi film, en iyi uyarlama senaryo, en iyi yardımcı erkek oyuncu (Terence Fletcher rolü ile J.K.Simmons), en iyi kurgu ve en iyi ses miksajı dallarında 2015 Oscar adayı olarak gösterilmiş. Sundance Film Festivali’nde en iyi film dalında hem büyük jüri ödülü, hem de izleyici ödülü alan film ülkemizde de ilk defa Adana Altın Koza Film Festivali’nde gösterilmiş, ardından 2014 Filmekimi programında yer almış. Şu an sadece 19 sinemada gösterime giren film, yeterli reklamı yapılmadığı için umarım  pek çok gerçek sinema sever tarafından kaçırılmaz. Doğrusu bu beş dalda da Oscar almayı yüzde yüz hak ediyor.
Whiplash’ın yönetmeni, 1985 doğumlu Damien Chazelle, mali sıkıntılardan filmi önce kısa metrajlı çekmiş. O haliyle dahi ilgi çeken ve ödüller kazanan film, kazandırdığı paralar sonucu, 19 gün gibi kısa bir sürede tekrardan çekilerek bu günkü mükemmel halini almış. Kim bilir, genç bir yönetmenin doğuş hikayesi de bir başka filmin konusu olabilir…
Jazz’la çok ilgili olmayan ve mümkünse çok fazla dinlemek istemeyen ben, tüm film boyunca çalan parçaları sonsuz bir hazla dinledim. Bana belki de jazz’ı sevdiren film olacak Whiplash da adını, aynı adlı bir jazz parçasından alıyor. Bu arada başrol oyuncusu Miles Teller, 15 yaşından beri davul çalıyormuş. Filmde, çok az sahnede dublör kullanan aktörün filmde ellerinin kanadığı sahnelerin ve hocasından tokat yediği sahnenin gerçek olması oldukça takdire şayan bir durum.
Filmi, tam bir haz duygusuyla seyrettim. Uzun süredir bu kadar yoğun hislerle seyredip beğendiğim bir film olmamıştı. Öyle ki sonunda ellerim patlayana kadar alkışlamak istedim. Tek kelimeyle mükemmeldi. Hem dram, hem gerilim, hem komedi, hem müzikal... Bu filme gitmemiz için ısrar eden Ceylan’a sonsuz teşekkürler…

19 Ocak 2015

"Adultary" / "Aldatmak" / Paulo Coelho


Brezilyalı yazar Paulo Coelho'nun yazar olmadan önce ,ülkesinde tanınmış bir şarkı sözü yazarı olduğunu biliyor muydunuz? 1988 yılında yazdığı, 42 ülkede yayınlanıp 26 dile çevrilen "Simyacı" romanıyla tanınan Coelho, Marquez'den sonra en çok okunan Latin Amerikalı yazar olmuş. Yazarın diğer kitapları arasında en beğendiklerim Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum ve Ağladım, Şeytan ve Genç Kadın, Veronica Ölmek İstiyor, Kazanan Yalnızdır ve  Portobello Cadısı oldu. 1986 yılında Hıristiyanların Batı Avrupa'dan başlayıp İspanya'da Santiago de Compostela kentinde sona eren geleneksel hac yolculuğunu yapan yazar, bu seyahatindeki anılarını "Hac" kitabında dile getirdi. Ben yazarın bu tarz kitaplarını biraz sıkıcı buluyorum. O zamandan beri her kitabını okumayı bırakmıştım. Doğrusu yazar bu son romanında süper bir reklam kampanyası yaptı. Kendisini instagramdan da takip ediyorum. Benim gibi takip edenler ve kitabı okuyanlar, kitapla bir pozlarını yazara gönderiyor; o da bunları kolaj haline getirip yayınlıyor. Kitabın orijinal adı"adultary" yani tam çevirisiyle "zina"; bizde ise "aldatmak" adı ile yayınlandı. Kitabın öyle güzel reklamı yapıldı ki alıp okumadan edemedim. Ve tam bir hayal kırıklığı ile karşılaştım. Kitap sanki yeni yetme bir bayan yazarın elinden çıkmış, o ne basitlik, o ne saçmalık, o ne hayal kırıklığı... Bu adam bu kitabı yazdıysa diğer şahane romanları acaba kim yazdı?
Kitap, adı üstünde, bir aldatma hikayesi. Linda, İsviçre'nin düzenli ortamında, mükemmel işi, mükemmel kocası, mükemmel çocukları ile mükemmel bir hayat sürmekte. Bir gün bu hayat onu boğmaya başlıyor ve eski bir tanıdığı olan bir politikacıyla gizli bir ilişkiye giriyor. Hayatına bir müddet bir canlılık gelse de olaylar rutine dönünce Linda da eski yaşamına geri dönüyor. Hepi topu bu hikaye, sevgili yazarımıza milyon dolarlar kazandırmış gibi görünüyor. Ne diyelim, Coelho, belki bir müddet eski kitaplarının semeresini yiyebilir; ancak böyle devam ederse beni kaybedeceği kesin.
Bir de seneler önce okuduğum bir haberde, Coelho, Davos ta mı bir yerde kaldığı otelin asansörüne biniyor. Asansör dolunca herkes ineceği kata basıyor. Yazarımız da kıyameti koparıyor "ben koskoca Paulo Coelho'yum neden önce benim ineceğim yere gidilmiyor" diye... Umarım gerçek değildir...

Adultary




Unutursam Fısılda / Çağan Irmak



Yönettiği film ve dizileri genellikle severek seyrettiğim Çağan Irmak'ın son filmi "Unutursam Fısılda", aslında iki kız kardeşin öyküsü. Aynı adamı seven, birisi bu aşk ve idealleri uğruna ardında yaşadığı kasabayı ve ailesini bırakıp İstanbul'a giden Hatice, diğeri yine bu aşk uğruna kasabada kalıp içine dönük bir hayat yaşamayı seçen Hanife... Hümeyra ve Işıl Yücesoy... İnanılmaz doğal ve iyi oyunculuk... 

Film, Hatice'nin yıllar sonra baba ocağına, ablasının yanına dönmesiyle başlıyor. Onca şaşaalı hayattan sonra yaşadığı iflas ve yavaş yavaş başlayan alzheimer hastalığı ona bu kararı verdiren. Hanife ise yılların hıncını Hatice'nin üzerine kusuyor; bir o kadar öfkeyle, yeri geldiğinde küfürle...
Flashbacklerde ikilinin gençliğine şahit oluyoruz. Hatice'nin gençliğini canlandıran Farah Zeynep Abdullah, şarkı söylemeyi severken , Hanife'nin gençliği -bence Işıl Yücesoy'un da tıpkısı- Gözde Çığacı hemşirelik yapmaktadır. Hanife bir de iç dünyasını ele veren güzel şiirler yazmaktadır. Kaymakamın oğlu Tarık'ın (Mehmet Günsür) kasabaya gelmesiyle iki kız kardeşin arası açılır. Tarık, Hatice'yi seçer ve birlikte İstanbul'a kaçıp Tarık'ın en yakın arkadaşı Erhan'ın (Kerem Bursin) evine sığınırlar. Hatice, kaçarken ablasının şiir defterini de beraberinde götürür. Üçü birlikte müzik yapmaya başlar. Unkapanı piyasası altın çağını yaşamaktadır. Bir plak şirketi sahibi (Gürkan Uygun) üçlüye sahip çıkar. Hatice'ye bir sahne adı gerekir; artık Ayperi olarak anılacaktır. Hızla ün sahibi olurlar ve plakları yok satar. Bu arada Tarık ve Ayperi evlenir. Tarık'ta giderek başlayan kıskançlıklar aralarının açılmasına sebep olur ve bir gün -intihar veya kaza- Tarık aniden ölür. Ayperi yıkılır. Erhan onu hiç yalnız bırakmaz. Birlikte, Tarık'ın Ayperi'ye bıraktığı veda şiirini bestelerler ve şarkı çok beğenilir. Erhan, Ayperi'den aşkının karşılığını alamayınca çareyi bir başka şehre gitmekte bulur.Yıllar geçer, ve Ayperi'nin eve, ablasına dönme zamanı gelir.
1970'li yıllarda geçen film, çiçek çocuk kostümleri ve Yeşilçam filmlerini andırır diyologlarla oldukça eğlenceli başlayıp devam ediyor. İki kız kardeşin tekrar buluşup hesaplaşmaların başladığı sahnelerde de Çağan Irmak filmlerinin olmazsa olmazı dram başlıyor. Son bölümde, Ayperi'ye yapılan konserde, Ayperi'nin hep ablasının şiirlerini kullandığını tüm sevenlerine açıklaması ve şimdiye kadar sadece tek bir şiirin -ki o da Tarık'ın- farklı birine ait olduğunu söylemesi, bence filmin en dramatik sahnesi...
Oyunculuklara gelince; kast çok iyi oluşturulmuş. Başta da belirttiğim gibi iki dev oyuncu Hümeyra ve Işıl Yücesoy'a hiçbir diyeceğim yok. O kadar iyiler ki, karşılarında herkesin saygıyla eğilmesi lazım. Farah Zeynep Abdullah, Mehmet Günsür ve Kerem Bursin, şu an için en sevilen ve dizilerin vazgeçilmez, popüler oyuncularından. Gürkan Uygur da keza Kurtlar Vadisi serüveninden beri çok beğeniliyor. Ancak, kostümler mi, kullanılan perukların şekilsizliği mi, bir sakillik vardı üzerlerinde... Tiplemeler bence biraz fazla karikatürize idi... Bu da filmin güzelliğini epeyce etkilemiş. Diğer Çağan Irmak filmlerine göre ben inandırıcı ve samimi bulmadım.



Uyuyana Kadar / Before I Go To Sleep




 Daha önceden okuyup beğendiğim S.J.Watson'ın Before I Go to Sleep adlı romanından uyarlanan filmi uzun süredir merakla bekliyordum. Filmin başrollerinde Nicole Kidman ve çok sevdiğim Colin Firth'in olması, ayrıca filmin Londra'da geçiyor olması beni daha da meraklandırdı. 

Konu gayet ilginç: Christine Lucas (Nicole Kidman) geçmişinde yaşadığı travmatik bir kazadan dolayı her sabah hayatına dair hiçbir şey hatırlamadan uyanmaktadır. Ben, (Colin Firth) onun kocasıdır ve her sabah bıkıp usanmadan tüm hayatını tekrar tekrar Christine'e anlatmaktadır. Bu durum er geç bir gün son bulacaktır; çünkü Christine , kendisine yardımcı olan bir psikoterapist sayesinde etrafında bulunan herkesi sorgulamaya başlar ve kocasından gizli terapiye devam ederken her gün hatırladığı ve yüzleştiği gerçekleri anlattığı bir görsel kimlik tutar. Hatırladığı anılar onun zaman zaman kocasından dahi şüphelenmesine sebep olur. Christine'nin eski bir kız arkadaşına ulaşmasıyla olayların gizemi ve geçirdiği travmanın nedeni anlaşılır. Cevaplar yanı başında saklıdır, Christine'nin 13 sene önce yapmış olduğu bir hata tüm hayatına mal olmuştur.




Çok sevdiğim bir kitap, sevdiğim oyuncular, maalesef beklentimin altında bir performans, karanlık, ruhsuz ve kötü bir uyarlama filmini yaratmış. Tam bir hayal kırıklığı...


18 Ocak 2015

Kısasa Kısas


Bu akşam CKM'de Tiyatro Pera'nın sahneye koyduğu "Kısasa Kısas"oyununu izlemeye gittim. William Shakespeare'in yazdığı oyunu Nesrin Kazankaya çevirmiş ve yönetiyor. Oynayanlar arasında tek tanıdığım da yine Nesrin Kazankaya idi. Son derece ağır tempo, salonun azizliğinden mi yoksa oyuncuların acemiliğinden mi bilinmez boğuk ve anlaşılmaz diyaloglar, özellikle Isabella rolündeki oyuncunun sırtı seyirciye dönük ve aşırı heyecanlı, fazla abartılı oyunu, sürekli ayaklarının üzerinde yaylanması, pezevenk rollerindeki oyuncuların aşırı zevzek hali, eserle nasıl bağdaştıracağımı bilemediğim tuhaf şarkılar, Escalus rolündeki Nesrin Kazankaya'nın garip uzaylı kostümü ve olayın geçtiği zamanı bir türlü idrak edememem, en sonunda "hadi uyanın artık" dercesine şaklayan kırbaçlar ve patlayan tabanca, her şey üzerine tuz biber ekti ve beni bir dahaki Shakespeare oyunları ile ilgili tereddütlere düşürdü. Son derece utanarak söylüyorum, tam iki kere derin uykuya daldım ve tüm gece uyumamak için kendimi çimdikledim.
"Kısasa Kısas"'ın büyük olasılıkla 1604 yılında yazıldığı sanılıyor. Oyun boyunca Hıristiyan inançları ve ahlaki değerlerle yüzleşiliyor. Dük, yönetimi yeğeni Angelo'ya devreder ve kılık değiştirip halka karışır. Artık yeni düzen daha acımasız ve cezalandırıcı olacaktır. Sevgilisiyle evlilik dışı ilişkiye giren ve onu hamile bırakan Lucio da idamla cezalandırılır. Lucio'nun kız kardeşi rahibe Isabella, ağbisini affetmesi için Angelo'ya gider. Angelo'nun tek şartı Isabella'nın ona bakireliğini vermesidir. Rahip kılığındaki Dük, olaylara müdahil olur. Angelo, Isabella ile beraber olduğunu sanırken aslında başka bir kızla sevişir. Lıcio'yu yine de idam ettiren Angelo, aslında bir başka mahkumu öldürtmüştür. En son sahnede kötü, cezasını bulurken Dük bir sürpriz yapar ve rahibe Isabella'yı kendine ayırdığını ifşa eder. 
Ben pek hoşnut kalmadım. Gidip gitmemek size kalmış...

16 Ocak 2015

Londra Gezi Notları

Geçtiğimiz yılın 12 Kasım'ında yaptığımız Londra seyahati, bu dolu dolu ve güzel şehri bu güne kadar görmemiş olan ben ve yaklaşık 20 senedir duygusal sebeplerden buraya ayak basmamış Ali için tam bir karnaval oldu. Ne gezdik, ne yorulduk... Ali'nin hazırladığı gezi programına harfi harfine uyacağız diye zıvanadan çıkıp yürüyemez hale gelene kadar Londra sokaklarını arşınladık. Otele her gün ölmüş halimiz girerken sabahları yarı yarıya şarj olmuş bir şekilde tekrar kendimizi yollara attık.

12 Kasım 2014

Sabah 8:10 uçağı ile Atatürk Hava Limanı'ndan kalkıp öğle saatlerinde Heathrow Havaalanı'na indik. Öncelikle, her türlü toplu taşıma aracından faydalanabilmek için kendimize 7 günlük Oyster Card aldık ve adam başı 40 paund ödedik. Şehir merkezine giden tren ve ardından metro ile Marble Arch istasyonunun yakınında, Oxford Streeet üzerinde olan  otelimiz Thistle'a yerleştik.Tesadüf eseri otel, Ali'nin yıllar önce Londra'da kaldığı ve bildiği otel çıktı, sadece adı değişmiş.


Oxford Street, Londra'nın ana alışveriş merkezi. üç kilometre boyunca devam eden mağaza karmaşasında aradığınız her tür ürünü rahatlıkla bulabiliyorsunuz. Caddenin en ünlü mağazası, cephesindeki Art Deco saatiyle Selfridges, en ünlü ve pahalı markaları bünyesinde barındırırken zevkli vitrinleriyle ve erken yılbaşı süsleriyle de çok ilgi çekici. Mağazanın her yerini gezmeye kalkışsanız bir tam gününüzü alabilir. Biz biraz havasını koklayıp, yine aynı özellikleri taşıyan Regents Street'e doğru devam ettik.

Yolumuza Hıristiyan Cemiyeti'nin meleği Eros heykelinin bulunduğu Piccadilly Circus ve vatanseverlik duygularını temsil eden Nelson Sütunu'nun yer aldığı Trafalgar Meydanı ile devam ettik. Burada yer alan National Museum'un içine girmeyip meydandaki ilginç gösterileri izleyip müzik dinledik.

Pek çok köşede rastladığımız fast food zinciri olan Pret  a Manger'de sandwichimizi yiyip Covent Garden'da soluğu aldık. Londra'nın oldukça keyifli ve bohem yüzü olan market binasının içinde pek çok irili ufaklı restaurant ve hediyelik eşya dükkanları bulunmakta. Bu renkli alanda bol bol da canlı müzik yapan, oldukça kaliteli gruplara rastlabiliyorsunuz.
Çok yorgun olmamıza rağmen akşam yemeğimizi burada yemeyip yürüyerek Soho'ya doğru ilerliyoruz. Londra'nın moda ve özgürlük merkezi olan Carnaby Sokağı, rengarenk evleri, sembol haline gelmiş kuaför dükkanları, tasarım mağazaları ve en popüler restaurantları ile çok ünlü. Buraya bir daha gelmek üzere biraz turlayıp otelimizin yolu üzerindeki bir et restaurantında güzel bir yemek molası verdik. 





13 Kasım 2014

Oteldeki kahvaltının ardından dünyaca ünlü mağaza olan Harrods'a gittik. Burası, herhalde dünyanın tüm pahalı, şık ve marka ürünlerinin bir arada satıldığı tek yer. Satılan ürünlerin hakkını verircesine mağazanın dekorasyonu da bir o kadar şık. Buraya yalnız başıma gitsem herhalde 3 gün 3 gece durmaksızın gezebilirim. Dışarıda Londra bizi beklediği için hızlı bir tur yaptık. Alt kattaki içki reyonu ve mahzende, dudak uçuklatan fiyatları , manav bölümünde adeta bir heykel misali dizilen, sanatçı elinden çıkmışcasına düzgün meyve ve sebzeleri sizle paylaşmadan duramayacağım. Manavdaki satış elamanına "are they real? (bunlar gerçek mi?)" diye sormaktan kendimizi alamadık:)


 
Harrods'ın ardından St. Paul Katedraline gittik. Giriş paralı olduğundan sadece bir göz atıp çıktık.
London Tower'daki kırmızı seramik çiçeklerden oluşan ve Londra için akan kanları temsil eden enstalasyon çok güzeldi. 
En ilgi çeken turistik noktalardan biri olan Londra Köprüsü, Thames Nehrinin üzerinde ve açılır kapanır bir köprü. Biz köprünün içini de ziyaret edip yapılışını ve tarihçesini anlatan, ayrıca makina odalarını da gezebileceğimiz bir tura katıldık. Londra'nin simgelerinden biri olan köprünün üst katına çıkıldığında sizi müthiş bir şehir manzarası karşılarken, yüksekliği oldukça iyi algılatan cam taban, yükseklik korkusundan geberen beni kendimden aldı. Düşmeyeceğini bile bile de olsa boşlukta olma hissi, avuçlarımın deli gibi terleyip soğuk terler dökmeme neden oldu.


Turumuz bitince köprünün altında, İngilizlerin meşhur yemeği olan Fish&Chips yedik. Bu yemek bildiğiniz balık ve patates kızartması.
Yemekten sonra, Tate Modern Sanatlar Müzesi'ne doğru yola koyulduk. Şeker bir İngiliz bayanın yardımıyla, Londra'nın en ünlü açık marketlerinden olan ve perşembe ve cumartesileri kurulan Borough Market'in içinden geçtik. Burası orijinal Viktoryen ferforje tavanı ile ve gurme tezgahlarıyla görülmesi gereken bir yer. Keşke köprü altında yemeseymişiz.
Yaklaşık 1 saatlik bir yürüyüşün ardından Tate Museum'a vardığımızda hem hava kararmıştı, hem de bizde takat kalmamıştı. Son gücümüzü kullanıp birkaç salon gezdik tabii ki... Keşke hiç yorulmayan ayaklara sahip olsak...
Millenium Köprüsünü kullanarak Thames'i yürüyerek geçtik ve metroya binip Oxford Street'e doğru yola çıktık. Akşam yemeği tercihimizi Selfridges'in içindeki suşi restaurantından yana kullanıp otelin yolunu tuttuk.

14 Kasım 2015


Sabah kahvaltı sonrası kendime alışveriş zamanı yaratıp soluğu İngilizler'in en moda ve en ucuz kıyafetler satan Primark mağazasında aldım. Sabah 8 akşam 22 açık olan bu mağaza sürekli kalabalık; caddelerde Primark torbalarından geçilmiyor. Öğlene doğru Briitish Museum'a gittik. Yolda rast geldiğimiz geleneksel İngiliz kıyafetleri satan mağaza çok şık ve gezilmeye değerdi.
Dünyanın en muhteşem müzelerinden biri olan, pek çok eski eser, antika, baskı, çizim ve kitap koleksiyonuna sahip British Museum, kesinlikle tam gün gezilmeyi hak ediyor. Ama bizim daha çok yer görmemiz lazım olduğundan sadece 2 saatte Mısır Salonu ile Roma ve Yunan eserlerinin bulunduğu bölümü ve Afrika antikalarını gezebildik. Bu müzede, İngilizler'in dünyanın pek çok köşesinden topladıkları eserler yer alıyor. Önce bu eserler burada ne arıyor ve ne hakla kaçırıldı diye düşünsem de eski eserlere ve sanata verilen değeri görünce, -iyi ki de toplayıp buraya getirmişler- demekten maalesef kendimi alamadım. Bizde malum eski eserler söz konusu olunca iki taşı üst üste görmek bile mucize oluyor. Nereidler Anıtı da bence bu eserlerin en güzeli. Likya'dan getirilen bu eserin altındaki açıklamada dönemin Osmanlı yetkililerinin bu olaya izin verdiği yazıyor. Ne acı...
Müzenin ardından, günlerdir sayıkladığım, King's Cross İstasyonuna, Harry Potter'ın 9 üç çeyrek peronunu ve buradaki duvara gömülü yük arabasını görmeye gittik. Vaktimiz olsaydı film stüdyolarının düzenlediği Harry Potter özel turlarına mutlaka katılırdım.
Perona geldiğimizde bizi feci bir fotoğraf kuyruğu karşıladı. Demek ki tek meraklısı ben değilmişim.
Londra'ya gelmişken kraliyet bahçelerini ziyaret etmeden olmaz. Şehrin göbeğinde uçsuz bucaksız yeşillikler ve parklar görmek de bu şehre mahsus. Buckingham Sarayı'nın oldukça sade bir zerafeti var... Saray, yılın iki ayında halka açılıp ve 775 odadan sadece 20 odası gezilebiliyormuş. Pek çok turist, sarayın muhafızlarının nöbet değişimlerini izlemek için bahçenin etrafında toplanıyormuş. Buradaki en hoş olay, ağzında ceviz, deli gibi koşan bir sincabın yoldan karşıya geçerken, hızla gelen arabanın ortalaması sonucu son anda ezilmekten kurtulması oldu.
V for Vendetta filminde, kahramanımızın özgürlük ve demokrasi için havaya uçurduğu Parlemanto Binası ve Big Ben, Londra'nın yönetim gücünü vurgulayan bir merkez. Westminister Sarayı olarak da adlandırılan bina, Viktoria Gotik mimariye iyi bir örnek. Westminister Katedrali ve bahçesindeki sembol anıt mezarlar da yine bu bölgede yer alıyor. Big Ben olarak adlandırılan altın varaklı saat kulesi, şehrin pek çok noktasından görülebiliyor. 
Yorulsak da yola devam... Bir sonraki durak olan London Eye, yani büyük dönme dolap zaten yolumuzun üstünde. 135 metre yüksekliğinde ve Avrupa'nın en büyüğü... 32 bölmesi var ve bir tur yaklaşık yarım saatte tamamlanıyor. Biz bilet kuyruğuna girip biletlerimizi alana kadar hava hafifçe karardı. (Bence biraz araştırma yapıp biletleri önceden internetten almak, kuyrukta vakit kaybını çok engeller. Biz yapamadık, bari siz yapın...) Yüksekten görünen Thames nehrinin perspektifi ve Parlemanto Binası ile Big Ben çok etkileyici. Bunun haricinde bence bu alete binmenin pek bir özelliği yok. Özellikle de bilet kuyruğu düşünülürse...
Dönme dolaptan inip koşa koşa kapanmasına yarım saat kala akvaryuma girdik. Ayaklarımı artık hissetmiyordum ama iyi ki de gitmişiz. Buradaki bizi yutacakmış gibi sinsi sinsi bekleyen timsahı ve sevimli penguenleri bir daha nerede görürdüm bilmem.
Sonra ne mi yaptık, başbakanın evi "10 Numara" yı görmek için biraz daha yol teptik. Ancak artık sokağa polis kontrolünde girilebiliyormuş ve halka kapatılmış. Ne yapalım kısmet değilmiş...
Durun, gün daha bitmedi... Dünyaca ünlü oyuncakçı Hamley'se girip ardından Soho'ya kadar yürüdük ve Burger&Lobster Restaurantında yemek yiyebilmek için tam 2 saat sıra bekledik. Bu süre zarfında allahtan içerde bekleme bölümünde 2 tabure bulduk da biraz dinlenebildik. Bu bir zincir restaurant ve menüde sadece 3 seçenek var. Ya hamburger, ya bütün bir istakoz ya da istakoz dürüm yiyebiliyorsunuz. Ali burger, ben de bütün istakozu tercih ettim. İnanılmaz güzel bir yemekti. İyi ki beklemişiz. Hoş cuma akşamları Londra'da nerede yesek en az 1 saat sıra beklerdik. İngilizlerin pub kültürünü de böylece görmüş olduk. Soho, tam bir pub ve restaurant cenneti. Herkes işten çıkıp soluğu buralarda alıyor ve geç saatlere kadar öbek öbek caddelerde içkilerini içip laflıyorlar...

15 Kasım 2014

Sabah erkenden Nothing Hill'in yolunu tuttuk. Cumartesileri Portobello pazarının kurulduğu bu semt, Hugh Grant Ve Julia Roberts'ın başrollerini paylaştığı "Nothing Hill" filmi ile ünlü oldu. Bu trendy pazarda, antikacılar, eskiciler, çiçekçiler, hediyelik eşyacılar, vintage mağazalar ve gurme tezgahları içiçe... Biraz karıştırmacı ruhunuz varsa çok güzel ve uygun fiyatlı parçalar bulmak mümkün. Biz metal bir sabunluk (7 paund) , kurutulmuş kelebek tablosu (9 paund), dürbün (4 paund) ve pusula (4 paund) aldık. 

Şimdi sırada Madam Tussauds Müzesi var. Burası görülecek yerler listemizin en altındaydı ama Portobello'ya gidince yolumuzun üstünde kaldığı için gezme fırsatı bulduk. Bu müze balmumu heykelleriyle dünyaca ünlü yazarları, sanatçıları, sporcuları, siyasetçilerine ev sahipliği yapıyor. Bu heykelleri, çoğu zaman gerçeklerinden ayırt etmek zor. Buraya çok istemeyerek geldik ama benim en çok eğlendiğim yerlerden biri oldu. Sinirimiz bozulacak diye korkup "korku salonu"na girmekten vazgeçtim. Gezi sonundaki Londra tarihini ve değerlerini gördüğümüz bölüm de bence bir harikaydı. Fransız Madam Tussauds'a herhalde Londralılar hayrandır diye düşünüyorum:) 1802 yıllarına dayanan bu oluşum gerçekten etkileyici ve eğlenceli... 
Günümüzü erken saatte otele giderek tamamladık O denli yorgunuz ki hiç bir kuvvet bizi dışarı çıkaramaz. Üzgünüm, Londra'da bir cumartesi gecesi... Eğlenceli olabilirdin belki ama artık bir dahaki sefere :)

16 Kasım 2014

Bugün Londra'daki son günümüz. Akşamüzeri 16:00'da uçağımız var.
Son güne kala kala, otelimize çok yakın olan Hyde Park kaldı. Burada yaklaşık 1 saate yakın yürüyüş yaptık. Parkın tek tarihi köşesi, 1783 yılına kadar şehrin idam meydanı olan Marble Arch... Şu an İngilizlere özgü bir pazar geleneği olan "konuşmacılar köşesi" burada yer alıyor. Ben de İngiltere'nin özgürlükçü ve demokratik yapısına güvenip epey içimi döktüm:)

*****
Dolu dolu bir gezi oldu Londra seyahatimiz. Ali daha evvel uzun süreler burada bulunduğu için bu şehri iyi biliyor. Her zaman söylerdi "Londra'ya bayılacaksın, gerçekten dünyada yaşanabilecek yerlerin başında gelir" diye. Orada gözle görülür bir ırkçılık yok. New York gibi, herkesi kucaklayan, evrensel bir şehir. Doğrusu 4 gün boyunca kendimi çok yabancı hissetmedim. Daha gezilecek çok yer var. Bazı şeyleri de bir dahaki ziyaretimize bırakmak lazım...

8 Ocak 2015

Yokyer - Neil Gaiman

 

Geçtiğimiz aylarda yaptığımız Londra seyahati öncesinde bir yerde okumuştum: Londra'yı en iyi anlatan ve en güzel konu eden kitap olarak Neil Gaiman'ın "Yokyer" orijinal adıyla "Neverwhere" seçilmişti...
Meşhur İngiliz yazar Neil Gaiman ile tanışmam böyle oldu. Gaiman, fantastik kurgu yazım türünün en iyi edebiyat örneklerini verirken aynı zamanda çizgi ve grafik roman türünde eserler de yaratıyor. "Stardust" romanının sinemaya uyarlanmış halini daha önce seyretmiş ve çok beğenmiştim. "Yokyer" de yazarın yazıp yönettiği altı bölümlük dizi "Neverwhere"in kitaplaştırılmış hali imiş.
Gelelim kitabın konusuna: Londra'da yaşayan ve sıradan bir hayatı olan Richard Mayhew (iyi bir işe sahiptir ve güzel ve hırslı bir kız ile evlenmek üzeredir), bir gün yolda rastladığı yaralı bir kızın hayatını kurtarır. Doors'un yaşamına girmesiyle tüm hayatı değişir ve kendini başka bir Londra'da "Aşağı Londra" bulur. Burada, Gotik tarzda insanlar fantastik bir hayat sürerken acımasız katiller, doğa üstü güçlere sahip kişiler, sıçanlar ve sıçanlarla konuşabilen "sıçandilliler" ortada fink atmaktadır. Olaylar zaman zaman "Yukarı Londra" da zaman zaman da "Aşağı Londra" da, çoğu zaman da Londra'nın meşhur metro istasyonlarında geçer. Londra, tüm bilinen ve bilinmezleriyle, en popüler mekanlarıyla kitabın baş rolündedir. Richard, "Aşağı Londra" da rüştünü ispat edip kahraman olduktan sonra "Yukarı Londra" da yaşam çekilmez hale gelecektir. Richard'ı zor bir karar beklemektedir...
Oldukça iyi kurgulanmış, fantastik ve yavaş yavaş okunması gereken bir kitap. Hızlı geçişlerde bazen şaşırdığım oldu. Sert sahneler bazen başımı döndürse de, dozu iyi ayarlanmış. Tasvirler öyle gerçekçi ve iyi ki kahramanların hepsi hayal gücüme iyice kazındı diyebilirim. Bu arada kısa süre önce gezdiğim Londra da gayet güzel resmedilmiş. Uzun lafın kısası, Gaiman'la tanıştığıma memnun oldum ve diğer kitaplarını da şimdiden sıraya dizdim. Önceliğimde "Stardust" ve "Coraline" var...

http://journal.neilgaiman.com/

Yukarıdaki site, Gaiman'ın blogu... Günlük yazılarını buradan takip edebilirsiniz. Harika değil mi...



 Neverwhere