26 Aralık 2016

39 Basamak

Orijinal adı The 39 Steps olan, iskoç yazar John Buchan’ın 1915’te yayınladığı roman, 1935’te Alfred Hitchcock tarafından sinemaya, 2005 yılında İngiltere’de West End’de tiyatroya uyarlanmış. oyunun en ilgi çekici özelliklerinden biri, Alfred Hitchcock’un çektiği filminde ne kadar karakter varsa, hepsinin sadece dört kişilik bir kadro tarafından canlandırılması.
Mehmet Birkiye’nin yönetmenliği ve Mehmet Ergen’in Türkçeye çevirisiyle sahnelenmeye başlayan 39 Basamak’ın oyuncu kadrosu ise Demet Evgar, Engin Hepileri, Bülent Şakrak ve Okan Yalabık’dan oluşuyor. Oyun 9 sene önce Kent Oyuncuları tarafından oynanmış ve o zaman da çok beğenilmiş. Bu kez geçmişte Hakan Gerçek’in canlandırdığı Richard Hannay karakterine Engin Hepileri can verirken diğer kadro aynı kalmış.
Richard Hannay (Engin Hepileri), can sıkıntısını dağıtmak üzere bir tiyatro oyununa gitmeye karar verir ve kendini Londra’dan İskoçya’ya uzanan komik, egzantirik ve heyecanlı bir casusluk serüveninin ortasında bulur. Önemli olan 39 Basamak’ın ne olduğunu öğrenmek ve sırrın kötülerin eline geçmesini engellemektir.
 



Alfred Hitchcock, bu gerilim romanını filme çekerken mizahi öğeler katmış içine, kitabı ve filmi tiyatroya uyarlayan Patrick Barlow ise gerilim yerine %100 mizah ögelerini tercih etmiş. Biz oyuna gitmeden önce hiçbir eleştiriyi okumamıştık ve gerilim yüklü bir oyun izleyeceğiz zannederken kendimizi çıklgın bir komedinin içinde bulunca hem çok şaşırdık hem de çok keyiflendik. 39 Basamak 2 perde ve tam tanına 2,5 saat sürüyor ve bu süre boyunca da Demet Evgar üç ayrı kadını canlandırırken Okan Yalabık ve Bülent Şakrak sayısız karakteri ve objeyi başarıyla sahneye koyuyor. Engin Hepileri ise oyun boyunca hep aynı karakteri canlandıran tek oyuncu…

Aslında tek bir dekor yok sahnede… Sırası gelince objeler sahneye itiliyor ve dekorun geri kalanını siz hayalinizde tamamlıyorsunuz. Yeri geliyor, Okan Yalabık eline aldığı üç ayrı şapkayla aynı anda 3 kişinin diyaloğunu yapıyor, yerlerde 3 takla atıp Demet Evgar’ın bacaklarına dolanan çalı oluyor, Bülent Şakrak, arkasını dönünce geceliği ve şapkasıyla çiftçi, önünü dönünce üniformasıyla polis oluyor. İnen perdede kuklalarla kaçıp kovalamaca sahnesi canlandırılırken ışık gölge oyunlarıyla evdeki parti havası seyirciye başarılı bir şekilde aktarılıyor. İzlerken bir taraftan gülmekten kırılırken bir taraftan “işte tiyatro bu” diyorsunuz. Dört oyuncu da çok başarılı… Biz 39 Basamak’ı çok beğendik. Vakit varken siz de mutlaka izleyin diyorum… Ama tavsiyem oyuncuların mimiklerine ve repliklerine hakim olabilmeniz için önlerden bilet almanız. Biz biraz arkada olduğumuzdan, maalesef kaçırdığımız espriler ve diyaloglar oldu...

16 Aralık 2016

10 11 12


8 Aralık kardeşimin doğum günüdür ve bu sene onun ve sevgili tiyatro grubumuzun gitmekten keyif alacağını düşündüğüm Craft’ın sahnelediği, Ezgi Mola ve Enis Arıkan’ın baş rolünde olduğu, 10 11 12 oyununa bilet aldım. Meğerse o akşam Fenerbahçe’nin hem de iki adet maçı varmış (ben eşimin hobilerine saygı duyan bir eş olarak maç olduğu günler genelde etkinlik bileti almıyorum da…). Tabii bu durumda klasik tiyatro grubumuz fire verirken aramıza yeni tiyatro severleri de katma fırsatımız oldu…
Lüks bir rezidanstayız. 12 numarada oturan genç kadın, ilk evini almıştır ve kanal manzaralı evinde keyifle yaşamını sürdürmektedir. 11 numaraya yeni taşınan genç adam, kadınla tanışır ve aralarında arkadaşlık başlar. Koridorlarda içki içip sohbet ederler, Hitchcock filmleri izleyip yorum yaparlar, hiç görmedikleri 10 numaranın kapı önüne bıraktığı çöpleriyle kavga ederler, ikisi birlik olup 10 numaraya kapı önünden bağırıp çağırır ve dairesine notlar atarlar. Ancak 10 numara çöpleri bırakmaya devam eder. İkilinin arasındaki ilişki, bir müddet sonra bozulur ve aralarında Hitchcock filmlerini aratmayacak bir gerilim başlar. Aynı binada oturuyor diye insanlar birbirleriyle illa ilişki kurmak zorunda mıdır?
10 11 12, bundan birkaç ay evvel izlediğim ve kitabını okuduğum Gökdelen filmine çok benzer bir çerçevede gelişiyor. Bu kült filmdeki gibi fertler işi çok ileriye götürmüyor ancak ipler öyle bir geriliyor ki bir sonraki aşamayı insan tahmin dahi edemiyor.
Ezgi Mola, gerçekten çok doğal bir oyuncu. Sanki karşı komşunuz olsa ve koridorda karşılaşsanız aynı şekilde davranacağını biliyorsunuz. Annesi Semra Hn. İle birlikte son ayların instagram fenomeni olan Enis Arıkan ise muzip ve gıcık halleriyle ve dinamik oyunuyla başta ön sıramızda oturan annesi (-ki oyunu beşinci seyredişiymiş) ve teyzesi de dahil olmak üzere hepimizin beğenisini topladı. İkisini de çok sevdik ve ne yapsalar izlemeye gideriz… Bu arada hızla kostüm değiştirme konusundaki başarılarından dolayı ikisini de yürekten tebrik ederiz…

Sadık Bey - Pınar Kür


Pınar Kür'ün ilk kitabı "Yarın Yarın" dan bugüne 40 yıl geçmiş. En son romanı "Cinayet Fakültesi"nden sonra ise 10 yıl... Bu uzun suskunluk, Can Yayınları'ndan çıkan "Sadık Bey" romanı ile sona erdi... Doğrusu şu ki ben Kür'ün kentli erkek ve kadının yaşamı ve kişisel bunalımlarını konu olan romanlarını özlemişim. Bu kitap da bana ilaç gibi geldi ve bir gün içinde bitti. Kitabı çok beğenmekle birlikte adeta elimden bırakamadım... Sadece sonunu sevmedim Sadık Bey'in, başından beri tahmin etmeme rağmen kondurmak istemedim, kim bilir belki de bu denli "zayıf" olmasını kabullenemedim...
Sadık Bey, ellisini geçmiştir. Büyük bir tekstil şirketinde muhasebe müdürü olarak çalışmaktadır. Bir kızı olan Sadık Bey, yıllar önce karısından boşanmıştır ve yalnız yaşamaktadır. Şirketin patronu çocukluk arkadaşı Ertuğrul ile aralarında oluşmaya başlayan ast-üst ilişkisi, camlı plazada, camlı bölme odasında, çalışanlarıyla kurduğu ilişki, gençlik anıları, gizli akşamcılığı, hayatında tutkuyla sevdiği tek kadın olan Semiramis'i hala düşünmekten vazgeçemeyişi, gençlik tutkusu tiyatro ve şiir, bir roman yazma hayali, şirketteki statüsünün değişmesi ile birlikte hayatına giren ve ona çok tanıdık gelen genç adamla hesaplaşmaları...  
Sadık Bey'in hikayesinin arka fonunda ihtilal öncesinin üniversite hayatını ve 70'li yılların naifliğini yaşarız. Bugünkü yaşamında ise plaza hayatının yapaylığını ve entrikalarını... Aslında içimizden biridir Sadık Bey... Okulunu bitirip hayalinin peşinden gitmek yerine korkup kolay yoldan çalışma, var olma ve para kazanma yolunu seçen "çoğunluk"tan biri... 
İstemeden yaptığımız o denli çok şey olmuştur ki hayatımızda; sizin hiç yok mu?... 
Hadi Sadık Bey gidemedi; peki siz hayallerinizin peşinden gidebildiniz mi?






12 Aralık 2016

Uyuyana Kadar - S.J.Watson



Chrissy, az rastlanır bir bellek kaybına sahiptir. Yıllar önce geçirdiği bir “kaza”dan sonra, her gece uyuduktan sonra hafızası silinmekte ve kendini kazadan önceki zamanda zannetmektedir. Her sabah uyandığında kendini yabancı bir odada ve yatakta bulmaktadır. Yanında yatanın kim olduğunu bilmemektedir. Tuvalete girdiğinde, her gün aynı resimlerle karşılaşır. Kocası Ben ve kendisinin resimleri, yanında da açıklamaları vardır. Bir müddet bunları idrak etmeye çalışırken aynadaki orta yaşlı kadın görüntüsüyle de baş etmeye çalışmaktadır. Ben hiç sıkılmadan her gün Chrissy’nin sorularını cevaplar ve onu şu anki hayatlarına inandırmaya çalışır, ta ki bir ertesi gün tekrar uyanıncaya kadar…
Bir gün Chrissy’nin cep telefonu çalar, Dr. Nash isimli bir psikiyatr onu aramaktadır, bir süredir görüştüklerini ve onu hastası olarak takip ettiğini söyler. Chrissy doktor ile buluşur, hayatına yeniden kavuşabilmesi için tek çare olarak onu görür, çünkü Ben, yeteri kadar tedavi yöntemi kullanıldığını söyleyip başka tedavi yöntemlerini şiddetle reddetmektedir. Chrissy, Dr. Nash’ın önerisiyle her gün hatırladıklarını günlük tutmaya başlar, doktor ile birlikte eski yaşadığı yerleri ve tedavi gördüğü klinikleri dolaşır. Artık her sabah ilk işi doktorun telefonda hatırlatmasıyla beraber günlüğünü okumakla başlar. Bilgileri tazelendikçe ve hatırladıklarıyla beraber hayatıyla ilgili gerçekleri üst üste koyar. Ben’in dediği gibi hiç çocukları olmamış olduğu yalandır; yine Ben’in dediği gibi bir çocukları olduğu ama sonra orduda öldüğü de bir yalandır; bir araba kazası geçirdiği de bir yalandır; hatta Ben de bir yalandır. Aslında Chrissy kimdir ve nasıl bu hale gelmiştir?
“Uyuyana Kadar” çok iyi kurgusuyla, dozunda gerilimi, sürükleyici temposuyla çok güzel bir roman. Biraz “50 First Date” filminin senaryosunu andırsa da kitap çok iyi kurgulanmış… Belki de yeni bir filmin senaryosu olabilir…


 Before! Go to Sleep


11 Aralık 2016

Bütün Kadınların Kafası Karışıktır


Ece Temelkuran’ın 1996 yılında çıkan ilk romanından uyarlanan "Bütün Kadınların Kafası Karışıktır", tam bir kadın tiyatrosu… Oyunun yönetmenliğini Selen Uçer yaparken Deniz Çakır, Şebnem Sönmez, Zeynep Kankonde, İpek Türktan Kaynak ve Kadir Çermik 'in oyunu da bu “kadın bunalımı komedisi” ne hayat veriyor.



Yazar Ebru Uysal (Deniz Çakır)’ı kocası terk etmiştir. Bunalıma giren yazar, evinin balkonundan kendini atmak üzereyken yan evde temizlik yapan Aysel (Zeynep Kankonde) ile istemediği bir diyaloğa girer. Bu esnada yan apartmandaki komşu Perihan (Şebnem Sönmez) ve Aysel’in temizlik yaptığı evin sahibesi ünlü şarkıcı Meltem Kaya ( İpek Türktan Kaynak) da olaya müdahil olur. Ebru Uysal’ın birkaç gün önce evinin anahtarını verdiği mahallenin emlakçısı (Kadir Çermik), eve habersizce girerek yazarı camdan uzaklaştırır. Olayın tüm tanıkları, Ebru’nun evinde toplanır ve hesaplaşmalar başlar…
Aslında tüm kadınların kafası neden karışıktır? Kadınlar neden bu kadar fazla düşünür? Bazen kaderini kabul etse de içinden düşünmeye ve isyan etmeye nasıl devam eder? İstediği hayat için istemediği şeyleri yaşamayı göze alırken aslında her şeyin yolunda olduğuna nasıl hem kendisini hem de çevresini inandırabilir? Kadınlar görünüşte birbirlerine destek olurken nasıl olup becerir de birbirinin kuyusunu kazmaya devam eder? Kocalar nasıl hem döver hem de sever? Kadınlar kaderlerini yaşarken toplum buna nasıl seyirci kalır ve entrikalarla beslenir? Hep mi erkek baş rolde olmalıdır? Güzel bir kara mizah örneğiyle hepsi “Bütün Kadınların Kafası Karışıktır” da…

10 Aralık 2016

Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocukları - Ransom Riggs


Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocukları, içindeki tuhaf vintage resimlerle ve birkaç değişik karakterle zenginleşmiş fantastik bir kitap. 16 yaşındaki Jacob’un hikayesini okuyoruz. Jacob, dedesini trajik bir şekilde kaybeder. O günden sonra büyük bir bunalıma giren genci, psikoloğu dedesinin hikayelerinin peşinden gitmeye ikna eder. Dedenin çocukluğu gizemli bir adada geçmiştir ve bu garip geçmişe ait birbirinden ilginç fotoğraflarla o fotoğrafların sahiplerinin hikayeleri Jacob’un tüm çocukluğunu doldurmuştur. 
Bu fotoğraflarda neler mi vardır? Uçma yeteneğine sahip bir kız, kendinden tonlarca fazla yük taşıyabilen bir çocuk, görünmeyen adam, ellerinden ateş çıkaran bir kız, tuhaf ikizler, ağzı kafasının arkasında olan kız… Tüm bu eşsiz çocuklar, hep beraber bu adada bir evde yaşamaktadırlar. Jacob, babasıyla birlikte adaya gelir ve söz konusu evi terk edilmiş ve harap bir halde bulur. Aslında esrarengiz bina, düşündüğü gibi boş değildir. Tüm çocuklar, ve evin sahibi Bayan Pereggrine, başka bir boyutta Jacob’u beklemekte ve dedesinin hikayesini ona anlatmak için sabırsızlanmaktadır. Aslında onların yaşadığı zaman hiç akmamaktadır. Tüm anlatılanlar, dedesine olan felaketin gerçekliğini kanıtlar gibidir. Ölüm saçan korkunç canavar %100 gerçektir ve bu kez hedefi Jacob ve diğer çocuklardır. 

İthaki yayınlarından çıkan kitap, özgün baskısı ve kapağıyla çok etkileyici olmuş. Kitabın diğer serileri de ardından yayınlandı… Çok okunanlar listesinde yer alan kitap, fantastik edebiyat seven genç kesime yazılmış olduğundan benim beğenime pek uymadı. Bu sebeple de diğer iki kitap olan Gölge Şehir ve Ruhlar Kütüphanesi’ni okumayı düşünmüyorum. Roman, Tim Burton tarafından filme de alındı fakat ona da gitmek pek içimden gelmedi… Galiba karakterlerin tuhaflığı beni hem kitaptan hem de filmden soğuttu. Sizce de tuhaf değiller mi? Baktıkça tüylerim ürperiyor vallahi...

Miss Peregrine's Home For Peculiar Children


25 Kasım 2016

Pi - Akilah Azra Kohen

Bu Hikaye Burada Bitecek ve Sen Başlayacaksın...

Şimdi itiraf zamanı!İtiraf ediyorum: 
Sana tuzaklar kurdum. Adlarını Fi ve Çi koydum.Can Manay'ın Duru'ya duyduğu açlıkla çıkardım seni yola,Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını Deniz'le anlatmaya çalıştım sana…Beni takip etmen için yolumuzu onların hikâyeleriyle süsledim.Anlamları da hemen hemen her satıra gizledim. Çünkü Pi'deydi asıl anlatmak istediklerim.Çaresizdim. Vazgeçemezdim.Sana bu manzarayı mutlaka göstermeliydim.Seninle nihayet burada buluşmak için çok emek verdim.Şimdi yine gel benimle, birlikte yürümeye devam edelim.Savaşların savaşılarak kazanılamayacağını, asıl zaferin ancak doğrudan ayrılmayınca kazanıldığını Özge anlatsın sana,Yaptığımız her şeyin evrende dönüp dolaşıp bize nasıl geri geldiğiniCan'dan dinle,Analiz edebildiğimiz kadar güçlü, sadeliğimiz kadar güzel, gerçekliğimizdeki samimiyet kadar eşsiz olduğumuzu Bilge'de gör,Kendi değerini başkalarının gözünden biçenlerin acısını Duru'yla anla,Ve Deniz'in düşüncelerinde tanış geleceğin insanıyla… Gel benimle. Yolumuz uzun değil, Nihayet sana gidiyoruz, bana…
BİZ'e.Sorgulanmamış, analiz edilmemiş bir yaşam hiç yaşanmamıştır.(Tanıtım Bülteninden)




Fi ve Çi'yi daha önce okuyup yazmıştım. Pi de piyasaya çıkmıştı ve elim mahkum okuyacaktım... Tanıtım bülteni en iddialı kitaplar listesinin birinci sırasında yer alıyor Kohen'in kitapları... O denli iddialı başladı, o kadar iyi reklamı yapıldı ki ister istemez beklenti yükseldi, yükseldi vee sonunda istenene yetemedi (-kendim için konuşuyorum). 
Bu kitapta neler mi oldu? Özge baş rolde ve siyasetin doruğunda, Can Manay depresyonun dibinde ve sonunda akıl hastanesinde, Bilge sonuna kadar Can'ın yardımında, Eti sırların doruğunda, Deniz inzivada, Ada şöhret ve yalnızlıkla hayatının sonunda, Göksel faşizmin peşinde, Deniz başarı ve sevgi sarhoşu... Hepsi birbirinden karışık ve bir o kadar iç içe hayatlar. Ben, üçüncü kitabın sonunda da farkındalık sahibi olamadım. Olanların önündeyse saygı ile eğiliyorum...





Not: Pi'nin en güzel tarafı, sayfa aralarına ve diplere yerleştirilmiş müzik önerileriydi. Yandaki spotify listesi bu öneri parçaları içeriyor. Mutlaka dinleyin, çok etkileyici...

Elveda Güzel Vatanım - Ahmet Ümit


Yıl 1926… Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, Cumhuriyet ilan edilmiştir. Eski bir İttihat ve Terakki üyesi Şehsuvar Sami, Pera Palas Oteli’nin bir odasında, geçmişiyle ve ümitsiz aşkıyla yüzleşir… Son 20 senedir yaşadıklarını Ester’e yazdığı mektuplarla anlatır. 

Osmanlı’daki batılılaşma hareketleri doğrultusunda 1876’da Meşrutiyet ilan edilmiş, fakat 1878’deki Rus Savaşı’nı bahane eden Abdülhamit, Meşrutiyet’i kaldırmıştır. Bu dönemde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin temelleri atılır. Cemiyet, zamanla güçlenip iktidara geçer ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle birlikte o da ortadan kalkar. Mustafa Kemal ve yandaşları, kendileri de cemiyetten gelme olmasına rağmen, Cumhuriyet’in kurulmasından sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin liderleri olan Enver Paşa ve Talat Paşa’yı kurtuluş mücadelesinden uzak tutmaya çalışır. Mustafa Kemal’e bir grup ittihatçı tarafından İzmir’de suikast girişiminde bulunulur. Bu olaydan sonra eski ittihatçıların çoğu yargılanır ve idam edilir. İşte bu ittihatçı avı sırasında Şehsuvar Sami, kendisinin de yakalanıp yargılanacağını düşünerek Pera Palas’a yerleşir. 20 yıl önce aşık olduğu ve cemiyette  tetikçi olmak için terk ettiği Yahudi kızı Ester’e o zaman yaşadıklarını ve hissettiklerini anlatan 45 ad. mektup yazarak vicdanını rahatlatmaya çalışır. Bu mektuplarda 31 Mart ayaklanması da vardır, Trablusgarp Savaşı da, 1915 Ermeni Tehciri de, 1.Dünya Savaşı da…


Baş komiser Nevzat’ın maceralarını içeren polisiye romanlarıyla severek okuduğum Ahmet Ümit, bu kez tam bir tarih kitabı yazmış. Aslında kaleme aldığı dönem, tarafsız bakış açısıyla anlatılan ilginç ayrıntılara sahip. Devrim, kendi evlatlarını mutlaka yiyor bir şekilde… Benim bu kadar yoğun tarih bilgisiyle ve tarih dersleriyle asla yıldızım barışmadığı için biraz sıkılarak okudum ve bitirdiğimde “ohh” dedim. Bence tarih sevin ya da sevmeyin çatlasanız da bu kitabı okuyun… Farklı bir bakış açısı edineceksiniz…



7 Kasım 2016

Sevinç Kuşları Üçlemesi - Sezgin Kaymaz


“Geber Anne” kitabı, önce adının çarpıcılığıyla okudukça da edebi yönü ve sıra dışı hikayesiyle 1998 yılında beni büyülemişti. Daha sonra “Uzunharmanlarda Bir Davetsiz Misafir”, sonra da “Sandık Odası” ile okumaya devam ettim Sezgin kaymaz’ı… O adeta bir edebiyat cambazı… O kadar günlük bir dille o kadar iyi edebiyat yapar ki okurken mest olursunuz.
Sevinç Kuşları üçlemesi de “Deccal’in Hatırı” ile başlayıp “Kısas” ile devam etti ve “Son Şura” ile sonlandı… Ankara’nın yazarı yine Ankara odaklı bir roman dizini oluşturmuştu. İrfan isimli bir çocuğun çevresine toplanmış bir sürü ilginç karakter … Kentsel dönüşüm palavrasının çevresinde, iyi mafya, kötü mafya, zengin iş adamları, onların eşcinsel çocukları, transseksüeller, travestiler, iyi polisler, kötü polisler, sokak çocukları, heteroseksüel doktorlar, garibanlar, haydutlar, sokak çocukları, sokak kadınları, onların pezevenkleri, daha annesinin karnında bıçaklanan İrfan, ona süt ve sevgi veren güneşe çıkamayan Zilha, Veysel’in AIDS’li sevgilileri, acımasız adamlar,  bol bol küfür edip kendi dillerince  konuşup anlaşırlar… Hepsinin ayrı hikayeleri vardır, başlar ve biter…


İlk iki kitabı okumaya doyamasam da aradan geçen yılların ardından hikayeye devam eden “Son Şura” biraz olaylardan kopuk kalmış diye düşünsem de Kaymaz’ın önünde herkesin şapka çıkarması derektiğini düşünüyorum. 


Deccal'in Hatırı (Sevinç Kuşları-1)
Kısas (Sevinç Kuşları-2)



Kitap Adı: Son Şura (Sevinç Kuşları-3)





6 Kasım 2016

Tanrı'nın Formülü - Jose Rodrigues Dos Santos


"Rab mahirdir ama zalim değildir. Doğa sırlarını sinsiliğinden değil özündeki yüceliğinden dolayı saklar."-Albert Einstein-



Oldum olası fizik dersinden nefret ederim ve hiç anlamam. “Tanrı’nın Formülü” kitabı ise kuantum teorileri, atom parçacıkları gibi teorilere sayfalarında bolca yer veren bir kitap; dolayısıyla bir türlü sevemedim ve devam kitaplarını almış olmama rağmen okuyup okumama konusunda müteredditim…  Kitabı gördükçe lisedeki (sevimli olması için iki ayrı deri cilt yaptırdığımız) bin sayfalık fizik kitabını görmüş gibi oluyorum.

Kitap, Dan Brown’ın Prof. Langdon’lu, bilgi dağarcığı romanlarını andırıyor. Burada da bir tarih profesörü ve kriptolog olan Thomas var başrolde… (yakında filmleri de çekilirse hiç şaşırmam)… Kahramanımız şifreli bir mesajı çözmesi için görevlendiriliyor ve kendini İranlı bir güzelin peşinde buluyor.
Kitabın üzeinde Einstein’ın resmi var. 1950li yıllarda Einstein ile İsrail başbaşkanı bir konuşma yapıyorlar ve başbaşkan ondan bir şey istiyor . Bu istenen bilginin de yazılı belgeleri var. CIA, bunun bir atom bombası olduğunu düşünürken aslında söz konusu bilginin evrenin yaratılışıyla ilgili olduğu ortaya çıkıyor. Bu arada bir sürü kaçıp kovalamacalar, yanlış anşamacalar, Arap ülkelerinin sefilliği ve hapishanelerde çekilen işkenceler gırla gidiyor.

Evren,BigBang “Büyük Patlama” ile var olmuş ve yine sonunun soğuma ve "Büyük Çöküş" ile biteceği var sayılıyor. Bitince ise yeni bir evrenin kısır döngü gibi hayat bulacağı tartışılıyor. Ve bir gün yapay zeka, insan zekasını yenip tüm evrene sahip olacak. İşte bu teori, romanımızın özünü oluşturuyor.
Bilimsel kitap mı diyelim, teorik kitap mı, macera mı, bilim kurgu mu, fizik kuramı kitabı mı… Bu türü sevdiğini düşünenler okuyabilir. Ben pek sevmedim… Kafanızı yormak istiyorsanız buyurun okuyun…



 A Fórmula de Deus


M Treni - Patti Smith

*”Neden sevdiğimiz şeyleri kaybederiz de sevmediklerimiz tutunur kalır bize ve biz göçüp gittikten sonra onlar belirler değerimizi…

*”Sahip olamayacağımız şeyleri istiyoruz. Belli bir anı, sesi, duyguyu yeniden yaşamanın yollarını arıyoruz. Annemin sesini duymak istiyorum. Çocuklarımı çocuk halleriyle görmek istiyorum. Küçücük eller, çevik ayaklar. Her şey değişiyor. Oğlan büyüdü, baba öldü, kız benden uzun, kötü bir rüyadan dolayı ağlıyor. Lütfen sonsuza dek kalın, diyorum tanıdığım şeylere. Gitmeyin. Büyümeyin.”




Patti Smith, National Book Award’ı kazandığı “Çoluk Çocuk” kitabıyla, 60’lı 70’li yılların sanat dünyasını ve fotoğraf sanatçısı Robert Mapplethorpe ile olan ilişkisini anlatmış ve büyük ün kazanmıştı…O kitapta Jim Morrison’lar, Janis Joplin’ler vardı. Sanat dünyasını anlatan bir dönem kitabıydı ve çok ses getirmişti. Smith, 68 yaşında yazdığı “M Treni” ile hayatının daha durağan bir devresini kaleme alıyor.

Patti Smith’in “hayatımın yol haritası” olarak tanımlıyor M Treni’ni… Ve Greenwich Village adında bir kafede, her zamanki masasında başlıyor anlatmaya… Hayatı boyunca hiç sıkılmadan aldığı notlarını paylaşır okuyucuyla… Bazen bir mekandır onu yazmaya iten, bazen acı bir kahvenin tadı, bazen umutsuzca bağlandığı delik paltosu, bazen her ülkede ziyaret ettiği belli kafeler, sahilde aldığı ve yapılınca nasıl olacağını düşlediği yıkık dökük klübe, sahip olmayı düşlediği kafe, ölen kocası, çocukları, izlemeye doyamadığı dedektif dizileri (The Killing), okuduğu ve benim de biran önce okumak istediğim kitapları (özellikle de Murakami’den Zemberekkuşunun Güncesi), sevimli ve insanca unutkanlıkları, yanından ayırmadığı polaroid fotoğraf makinası… Patti Smith pervasızca, sakınmadan, sayfalar dolusu kendinden bahseder, iç dünyasını gözler önüne serer... Bohem, entelektüel bir sanatçı nasıl düşünür, nasıl yaşar bunu en imce ayrıntısına kadar görür ve Patti Smith’i ablanız gibi sevmeye başlarsınız…

 “Bütün yazarlar birer serseridir. Umarım ben de günün birinde sizin aranızda yer alırım,” diyerek sevdiği yazarlara sesleniyor Patti Smith… Eşsiz şarkı sözlerini bu kez bir anı kitabına saklıyor. O kadar içten ki, mutlaka okuyun…

M Train


Örümcek Ağındaki Kız - David Lagercrantz, Stieg Larsson



İsveçli yazar Stieg Larsson, 80 milyondan fazla satan “Millennium” üçlemesinden sonra 50 yaşında kalp krizinden ölür. Aradan sekiz yıl geçtikten sonra, geride bıraktığı notların kitap haline gelmesi için ailesi, yine İsveçli bir gazeteci olan David Lagercrantz ile anlaşır ve serinin dördüncü kitabı olan “Örümcek Ağındaki Kız” böylece ortaya çıkar… Önemli olan ilk üç kitabın ana kahramanları Mikael Blomkvist ve Lisbeth Salander’in tekrar okurla buluşmasıdır ve benim için gerisi teferruattır. Özellikle ilk kitap olan “Ejderha Dövmeli Kız”ı bir solukta okuyan ben, sırasıyla “Ateşle Oynayan Kız” ve “Arı Kovanına Çomak Sokan Kız”ı okumakla kalmayıp İsveç yapımı filmlerini büyük bir keyifle defalarca seyrettim. Larsson’un izinde yazılan “Örümcek Ağındaki Kız” ı da bir o kadar heyecanla ve keyifle okudum. Anlaşılan o ki seri devam edecek… YAŞASIN!...

 “Halkı gözetleyenler, en sonunda halk tarafından gözetlenirler.”


Mikael Blomkvist, yıllardır ses getirecek bir haber yakalayamamıştır. O ve dergisi Millenium, dijital çağa ayak uydurmakta ve rakipleriyle savaşmakta zorlanmaktadır. Lisbeth Salander ise hacker olarak edindiği servetle rahat bir yaşam sürmekte ve eski işlerine devam etmektedir. ABD Ulusal Güvenlik Dairesi NSA'in ağını hackler ve  Salander'in eline bazı devlet sırları geçer. Yapay zeka konusunda çalışmaları olan Prof. Balder, öldürülmeden önce Blomkvist’i evine davet eder. Olaya şahit olan otistik oğlu, gizli bilgilerin peşindeki adamların eline geçmeden Lisbeth tarafından kaçırılır. Blomkvist’in ayağına uzun süredir aradığı haber gelmiştir ve İsveç gizli polisi ile Rus mafyasının da içinde olduğu olaylar Blomkvist ile Lisbeth’in yollarını tekrar kesiştirir. Bu arada ilk üç kitapta bahsi geçen ikiz kardeş de ortaya çıkar.

Gerisini okumanız lazım. Gerçi kitaptaki karakter kalabalığı bazı noktalarda olaydan kopmanıza sebep olabiliyor ancak Larsson’un yazdığı ilk üç kitaptan bu duruma epeyce alışkınız. Bazı tutucu eleştirilerin aksine ben  Lagercrantz’ın anlatım dilini daha sürükleyici ve anlaşılır bulduğumu söylemek istiyorum. Millenium hayranları sakın atlamayın “Örümcek Ağındaki Kız”ı…



Det som inte dödar oss 


5 Kasım 2016

Astypalaia Adası - 2015 Yunan Adaları Günlüğü 17

16 Ağustos 2015 - Astypalaia Adası

Astypalia Adası, kelebeğe benzer şekli, beyaz badanalı evleri ile " Ege'nin kelebeği " lakabını almış bir ada. Biz limanda kaldık. Akşam üzeri limanda bir eğlence bir cümbüş, çocuklar arası yarışmalar oldu. Bu etkinliklerin nedeni Meryem’in Göğe Kabulü bayramı imiş… Adayı tanıtıcı yazılarda bu tarz festivallere rastlarsanız şanslı olduğunuz yazıyordu. İnanılmaz kalabalık ve keyifliydi. Çocuklar uzun bir kütüğe tırmanıp ucundaki sepete ulaşmaya çalışıyorlardı...



Güneş batmaya yakın buranın Chora'sına çıktık. Aslında yürüyerek de gidilebiliyor ama çok yorulmamak için otobüse binmeyi tercih ettik. Adam başı 1 euroya 10 dakikada yukarı çıktık. Ama buradan da kaleye kadar yine epeyce tırmanmamız gerekti. Kalenin ortasında ise Evanjelist Kilisesi yer alıyor.




Yine yükseklerdeyim ve yükseklik korkumdan gebermek üzereyim. (Ne kadar gergin olduğumu resimden anlayabiliyorsunuz herhalde) Buralarda insanlar nasıl yaşıyorlar. Tırman tırman dur. Bir ekmek almak bile problem... Yunan adalarında sanal market de yok ayrıca:)

Akşam yemeğimizi de Chora'da yedik. Chora'da yel değirmenlerini restore etmişler ve hepsi aktif kullanılıyor. Kütüphane olan değirmen açıktı ve içi oldukça ilginçti.




Ayrıca lokantaların arasındaki bir kafede köyün yaşlılarının oyun oynarkenki hali çok otantikti; bayıldım.





Yemekten sonra yürüyerek limana indik. Biz Zeliha ile biraz dükkan dolaştık. O benden epeyce zayıf olduğundan beğendiğimiz elbise tabii ki ona uydu ve aldı. Benim galiba 20 kilo vermem lazım:( 
Kitaplarda sakın adadan Vaikoussis isimli antikacı dükkanına uğramadan gelmeyin yazıyordu. Ancak biz orada olduğumuz müddetçe bir türlü açık göremedik orayı; artık bir dahaki sefere...

Ios - 2015 Yunan Adaları Günlüğü 16

13 Ağustos 2015 

Ios Adasındayız. Burası tam bir turizm cenneti. O kadar çok feribot gelip gidiyor ki adaya biz sayamadık. Gençlerin rağbet ettiği bu ada, barları ve gece klüpleriyle meşhurmuş. Bizim yaşımız müsait olmadığından gidemedik. Şaka yapmıyorum gerçekten insan burada kendini yaşlı hissediyor; sanki öğrenci adası...
Bu arada Ios, Homeros'un öldüğü yermiş...
Akşamüstü otobüse binip Ios'un Chora'sına çıktık. Bu adanın Chora'sı daha çok eğlence ve alışverişe yönelik. Dar sokaklarda sevimli baskılı tshirt satan mağazalardan bol birşey yok. Gece burayı düşünemiyorum; her yer bar olduğu için sanıyorum adım atacak yer kalmaz.



Tepedeki kiliseye çıktık...
Bir de yel değirmenlerine bayıldık...






Ayrıca bembeyaz binaların dış boyalarını yapan ev sahiplerine ve sokaklardaki taşların arasını beyaza boyayan kadınlara rastladık... Burada sokaklar diğer adalardaki gibi tertemiz ve bakımlı...



Yemek için tekrar limana döndük. Teknelere yakın Enigma Restaurantta lezzetli bir yemek yedik. Benim yediğim pizza gerçekten çok başarılıydı.

14 Ağustos 2015 

Sabah yola çıkamadık. Bir gök gürültüsü, ardından sağanak, bekleyelim derken yağmur hiç kesilmedi... 
Bu da teknemizin manzarası...


Zavallıcıkları tüm gün boyunca görünce bir müddet uzak durmaya karar verdim. 

Yan tekne komşumuz Manchester'da yaşayan bir aile... Dün teknelerini bırakıp feribotla Santorini'ye gidip bu öğlen geri döndüler ve sohbet ettikçe Ali ile pek çok ortak dostları çıktı. Bize bu kış Manchester yolları göründü herhalde. Aslında biz de daha önce görmediğimiz Santorini'yi bu şekilde görebilirdik ancak feribot ücreti 39 euro idi ve yanımızdaki arkadaşlar da daha önce gördüğü için cimriliğimiz tuttu ve gidemedik. Artık bir dahaki senelere diyorum.
Akşam yemeğimizi üç aile hep beraber Octopus Tree Restaurant'ta yedik. Mezelere, birkaç çeşit yemeğe ve uzoya toplam 100 euro ödedik. 
İos adasından biz çok keyif aldık. İyi bir planlama ile tekrar tekrar gidilebilecek bir yer...



Skinos - 2015 Yunan Adaları Günlüğü 15

12 Ağustos 2015 

Skinos adasında topu topu 300 kişi yaşıyor. Hele bizim demir attığımız limanda 50 kişi yaşıyormuş. Skinos'un denizi hani broşürlerdeki Yunan Adaları denizi vardır ya aynı o, çok berrak ve resmen turkuaz.

Akşamüstü botumuza binip kıyıya çıktık. Sonra da otobüse binip adam başı 1,6 euroya Chora'ya gittik. Bu adanın Chora'sı yıkık dökük bir Bizans kalesinin etrafındaki restore edilmiş binalardan oluşuyor. Birkaç kafe-restaurant ve tek bir seramik dükkanından başka bir şey yok. Her yer çok ıssız...



Burada beklediğimizi bulamayınca tekrar otobüse binip 5 km.illerideki Manalis vinery (şarap üretim merkezi)ne gittik. Bağların içindeki bu şirin ve bakımlı restaurant, güzel manzarasıyla hemen bizi cezbetti.
Restaurantı çevreleyen masalara yanyana oturduk. Kendi ürettikleri şarap eşliğinde güneşin batışı çok keyifliydi. Skopelos Adası'ndaki 'Anna's Place' den sonra en beğendiğim restaurant burası oldu.


Salatamız, fırınlanmış bütün ekmeğin içinde... Ne kadar şık bir sunum değil mi? Karşıdan görünen ada, Folegandros... Yemekten sonra bir de depolama alanlarını ve fıçıları gösterip sunum yaptılar... Lazanya, asma yaprağında biftek, 1 şişe şarap, salata ve tatlıdan oluşan bu güzel yemeğe dördünüz 68 euro ödedik...
Gecenin tek handikapı otobüs saatini tam öğrenmeden restauranttan kalkıp girişe gitmek oldu. 9:30 otobüsünü 20 dk. farkla kaçırdığımız için 50 dk. beklemek durumunda kaldık. Allahtan o gece meteor yağmuru vardı... 
Ben 5-6 tane gördüm; enfesti...