30 Ocak 2016

Skopelos Adası - 2015 Yunan Adaları Günlüğü 6 - Mamma Mia'nın İzinde...

19 Temmuz 2015

Skopelos’a gelmeden hatta gezimize başlamadan önce, 2007’de bu adada çekilen ve baş rollerini Meryl Streep, Pierce Brosnan, Colin Firth, ve Amanda Seyfried’in paylaştığı ve en sevdiğim filmlerden biri olan Mamma Mia’nın çekildiği mekanları görmeyi kafama koymuştum. Ayrıca burayı geçtiğimiz sene Ayşe Arman da bir yazısında anlattı ve çok methetti...
Skopelos'ta kalmak için filmin çekildiği Glossa yerleşimine yakın Loutraki Limanını seçtik. Feribotlar da hemen karşımızdaki iskeleye yolcu indiriyorlar. Loutraki küçük, pek cazip olmayan bir yerleşim yeri. Sahilde birkaç eski ev ve bir-iki taverna var. 


Araba kiralamak istedik ancak boşta araba bulamadık. Biz de adanın merkezi olan Skopelos’a otobüs ile gitmeye karar verdik. 17:45 otobüsüne bindik. Otobüs adada gün boyunca ring yapıyor. Biletler kişi başı 4,80 euro idi. Mesafe ise 28 km. Yolculuğumuz yaklaşık 1,5 saat sürdü. 
Bu ada korkunç yeşil. Şu ana kadar gördüğüm Yunan adaları içinde en şanslısı... Burası 2007 yılında çekilen Meryl Streep'li 'Mama Mia' filminin doğal seti. Onun için her köşesini feci merak ediyorum. Ada, o günden bugüne sosyetenin uğrak yeri olmuş ve diğer adalara göre fiyatlar biraz pahalı...


Skolepos ana limanı oldukça büyük. Mendirekte yelkenli tekne dolu. Boş yer yok denecek kadar az. İyi ki bağlanmak için Loutraki’yi seçmişiz. Ara sokaklara girdik, biraz kaybolduk. Merdivenli dar sokaklar, renkli kepenkler, ahşap balkonlar, evlere hakim beyaz renk, adanın mimarisinin sembolleri... Burada 123 tane kilise varmış. Gerçekten de her sokak dönemecinde bir kiliseye rastlayabiliyorsunuz.


Keşfimiz bitince, Lonely Planet Yunan Adaları gezi rehberinde önerilen Anna'nın Restaurantı'na okları takip ederek gittik. İyi ki sahildekiler yerine burayı tercih etmişiz. Burası geleneksel evlerin içinde çok güzel ve kalabalık bir restaurant. Anna'nın kızı bizim Türk olduğumuzu öğrenince Bir Türk filminin soundtrackini koydu: İstanbul Kanatlarımın Altında... Yemeklerimiz ve ortam çok güzeldi, hemen hemen bütün masalar da dolu... Ali ve Azmi balık çorbası istediler. ‘Bouillabaisse fish soup’ Çorba ve yanında gelen deniz mahsülleri tabağı çok hoş görünüyordu. Benim deniz ürünlü spagettim de mükemmeldi. Zeliha'nın midesi rahatsız olduğundan daha sade bir yemek tercih etti. Bizse yemeklerimiz bitecek diye ödümüz koparak yedik.
Bu gezi boyunca yediğim en güzel yemekti diyebilirim. Gecenin sonunda Anna'nın kızı bu kış İstanbul'a gelmeye karar verdi. Ali mailini verdi, bakalım arayacak mı?


Gece 23:15 otobüsüne bindik ve Loutraki'ye doğru yola çıktık. Aslında Loutraki’ye feribot da var ama sabah 6:00’da kalkacakmış.

20 Temmuz 2015

Bugün Mamma Mia günü:)

Sabah erken kalkıp 8:45 otobüsüne koştuk. Mamma Mia’nın düğün sahnesinin çekildiği Agios Ioannis Kastri’ye gideceğiz. Duraktaki taksi şoförünün dediğine göre Glossa'dan sonra 7 km., otobüs şoförüne göre ise 4 km. yol yürümemiz gerekiyormuş. Taksici 35 euromuzu alacağını söylediği için otobüs şoförüne inandık ve adam başı 1,60 euroya Glossa'ya gidip tam kilisenin sapağında indik. Tabelada 5 km. yazısını görünce yılmadık yola çıktık. 
Ağaçlıklı yol, yürü yürü bitmedi, yoldan geçen hiçbir tur otobüsü ve hiçbir araba bizi almaya yanaşmadı... Ve taksicinin dediği çıktı, biz 7 km. yolu tam 1 saat 20 dakikada yürüdük. Tam bir Mama Mia hac yolculuğu oldu...
Kıyıya vardığımızda, yukarıdaki kiliseye tırmanmak için bizi 115 basamak bekliyordu. Tabii ki yükseklik korkuma aldırmadan burayı da tırmandım... Zirveye ulaşınca birkaç sufi nefesiyle kendime geldim... Burnunuzdan derin nefes alıp yine derince veriyorsunuz, bir müddet sonra her şey düzeliyor.


Yukarıdan manzara inanılmaz güzel görünüyordu. Ancak burada bizi küçük bir şapel karşıladı. Sanıyorum Agios Illonios şapelinin içi,  filmin düğün sahnesinin çekildiği yer değil ama olsun filmle ilgili en meşhur yer burası... Ben yine mum yakmadan duramadım tabii... Aşağı inince biraz kafede soluklandık sonra da taksi çağırıp 15 euroya Glossa'ya gittik.
Buranın en ünlü restaurantı olan ve dünya sosyetesinin yemek yemeden dönmediği, akşam yemeği için en az iki gün sonraya rezervasyon yapılan Aganti Restaurant’ta yemeğe karar verdik. Lonely Planet burayı da çok methetmiş.
Restaurant, yemekleri, sunumu ve Loutraki manzarasıyla gerçekten denemeye değer. Ben pita ekmeği üzerinde ızgara sardalya yedim ve bayıldım.
Yemek sonrası Glossa sokaklarında biraz gezip, yürüyerek aşağı inmeye karar verdik. 


Zeliha ve Azmi kestirme yol bulduk diye bizden ayrılınca bize de Allah bir taksici yolladı ve o sıcakta 2 km yol daha yürümekten kurtulduk. Yarı hacıyız ne de olsa valla Allah yardım etti... Üstüne üstlük taksici bizden para da almadı:)
Skopelos, belki de Yunan adalarının en yeşili. Gökyüzünü bile ağaçların arasından görüyorsunuz. Bizim gitmeye pek vaktimiz olmadı ama plajları da çok meşhur. Özellikle Limnonari Plajı, Kastani  Beach, Milia Plajı, Panarmos Plajı, Agnontas Plajı, Stafilo  Plajı, Havalos Plajı…Turizmden önce, ana geçim kaynağı zeytincilik olan ada, zeytinleri ve zeytinyağlarının lezzetiyle de ün yapmış.  60‘lı yılların başında, ada halkı zeytinliklerini feda etmek istemeyince, buraya yapılmak istenen havalimanı Skiathos’a yapılmış. Skopelos, böylece turistlerin çoğunu komşusu Skiathos Adası’na kaptırmış.


Alonnisos Adası - 2015 Yunan Adaları Günlüğü 5

17 Temmuz 2015

Bugün bayramın ilk günü ve biz Alonnisos'tayız. Telefonlarımız hiç susmazken Patitiri Limanı'na teknemizle bağlandık. Patitiri’de HSSPMS Helen Fokları Araştırma ve Koruma Derneği bulunuyor. Biz gitmedik ama burada foklarla ilgili genel bilgiler belgeseller yardımıyla veriliyormuş. Pek çok hediyelik eşyada fokları görmek mümkün.
Zeliha ile birlikte hemen alış veriş yerlerini kolaçan ettik. Rıhtımda birkaç hediyelik eşyacı, marketler bile bizi mutlu etmeye yetti... Zeliha, üzerinde fok balığı olan bir t-shirt satın aldı. Ben neden almadım bilmem. Ah bu benim kararsızlığım...


Akşamüstü otobüse binip (adam başı 1,6 euro) eski şehre gittik. Alonnisos, Barbaros’un saldırılarından epeyce nasibini almış. Burada 1965'de bayağı şiddetli bir deprem olmuş ve halk yıkılan evlerini bırakıp Patiriri Limanına yerleşmiş. Daha sonra eski şehirdeki evler özellikle yabancılar tarafından restore edilmiş. Atölyeler, restaurantlar, bildiğiniz Alaçatı...


Sokaklarda dolandık, seveceğimiz lokantayı bulana kadar epey zorlandık. Fazla turistik olduğu için fiyatlar biraz pahalı. Buranın pek ünlü yemeğiymiş peynirli pay denedik. Çok fazla kızartma sevmediğim için ikincisi ağır geldi. Yanında yediğimiz musakka gayet lezzetliydi. 3,5 km. Yolu yürüyerek dönmeye niyetliydik ama sonradan yine otobüse binmeye karar verdik.

 Alonnisos'a ulaşım çok kolay değil. Adanın bir hava alanı yok. Feribot bağlantısı ise: Pire limanından yok. Yalnızca: Agios Konstantinos (4 saat) ve Volos (3 saat) limanlarından, feribot bağlantıları var.

25 Ocak 2016

The Revenant / Diriliş

Leonardo DiCaprio bu kez yeni filmine başlamadan önce bir bilene sormuş. 
" Çok istiyorum bu kez Oscar almayı, ne yapmalıyım?"
Bir bilen de demiş ki:
"Popüler bir yönetmenle çalış; öyle ki son senelerde Oscar adaylığı ve hatta almışlığı olsun ve adından çok bahsedilsin." (yanıtı: Alejandro Gonzales Inarritu)
"Yine popüler bir partnerin olsun. Öyle ki o da Oscar adayı olsun" (yanıtı: Tom Hardy)
"Film, bir mesaj versin. Özellikle ezilen ve hakları çiğnenen bir etnik grubu konu edinsin" (yanıtı: Amerikan Kızılderilileri)
"Filmi ne denli zorluklarla çektiğini seyirciye göster... Yerlerde sürün, çiğ balık ye, çiğ ciğer ye, diri diri gömül, toprak ye, ot ye, çiğ etlere saldır, karda kışta dolaş, buz gibi sularda hipotermiye karşı savaş, v.s.)
"Ödülü alırken de hazırladığın göz yaşartıcı bir konuşma olsun ve tüm dünyaya parmak ısırtacak bir mesaj ver" (yanıtı: Golden Globe Ödül Törenindeki konuşma: Bu ödülü ezilen ve yurdundan edilen tüm etnik gruplar için, o toprakların yerlileri için alıyorum.)

Bunun sonucu olarak şimdiye kadar tam dört kere Oscar'a aday gösterilen ve benzerlerinden pek bir eksiği olmamasına rağmen bir türlü alamayan Leonardo'ya Oscar kazandırmak uğruna yapılmış, lüzumsuz kanlı sahnelerle dolu, son derece sıkıcı ve ruh bunaltıcı bir film izlemek zorunda kalalım. Filmin fragmanını seyrettiğim zaman bu filmi seyretmeyeceğimi, hele hele sinemaya gitmeyeceğimi düşünmüştüm. Gel gelelim şu Oscar adaylığı ve Golden Globe'da ödülleri süpürmesi dolayısıyla bu fikrimden vazgeçtim.
Ama 156 dakikalık filmin sonunda salondan son derece mutsuz ve aldatılmış bir şekilde çıktım. Benim gibi filmi izleyen ve koskaca salonu tıka basa dolduran diğer seyircilerin de yüzünde aynı ifade vardı. Hatta Ali'nin bu konuda bir tespiti bile var:
"Şu Leonardo'ya Oscar verilsin de bi daha film çevirmesin" şeklinde... Neyse laf bize düşmez tabii ki... Filmin, yönetmeni, Tom Hardy'nin ve Leonardo'nun Oscar'a en yakın adaylar olduğu su götürmez bir gerçek. Ancak bu kez de olmazsa korkarım Leonardo intihar eder...
Gelelim "The Revenant"ın konusuna:
1823 yılında, beyazların kürk avcılığı yaptığı ve Kızılderililerle ticarete girdiği zamanlarda kürk avcısı Hugh Glass bir ayının vahşice saldırısına uğrar. (Anneannem nereden biliyorsa anlatırdı ayı, avıyla oynarmış diye... Burada da aynen öyle oldu ayı durdu durdu tekrar saldırdı...) Ölüm döşeğindeki Glass'ın yanında melez oğlu Hawk, onun genç bir arkadaşı ve John Fitzgerald kalır. Fitzgerald, Hawk'ı bıçaklayıp öldürür, Glass'ı da ölüme terk edip genç çocuğu da alarak ekibin geri kalanına katılır. Burada, ölüm döşeğindeki Glass'ın oğlunu intikamını almak için diriliş hikayesi başlar. 





Benden filme 10 üzerinden 5 yıldız. 
Filmin en büyük özelliği doğal aydınlatma ile çekilmiş olması...Leonardo DiCaprio vejetaryen olmasına rağmen filmin bir sahnesinde gerçekten bir yaban öküzünün karaciğerini yemiş ve hayvan cesetlerinin arasında uyumuş. Ayrıca Leo'nun karakteri filmde 15 satırdan daha az İngilizce konuşmuş.


Chalkidiki yani şu bizim Halkidiki

6 Temmuz 2015
 

Halk arasında "Üç Parmaklar" olarak bilinen Halkidiki Yarımadısı, Kassandra, Sithonia ve Pre Athos (Aynoroz)'dan oluşuyor. Kassandra, bu bölgenin en turistik yeri. Türklerin de tercih ettiği oteller burada yer alıyor. İkinci parmakta ise villalar ve pansiyonlar çoğunlukta olup  yeşillik ve doğa harikası. Pre Athos bölgesinde konaklama yok; Burası çok ilginç bir yer, Halkidiki yarımadasının en kuzey çıkıntısı, özerk bir bölge ve sadece manastırlar ve onlara bağlı kolonilerden oluşuyor. İşin ilginç tarafı bu bölgede dişi sinek dahi yaşamadığı gibi, deniz yoluyla yaklaşırken içinde dişi bir canlı olan teknenin en az 1 mil açıktan geçmesi gerekiyor.
Biz Halkidiki'ye denizden geldik. Daha önce 2004 yılında arabayla bu bölgeleri epey gezmiştik ama kar-kış pek yararlı bir gezi olamamıştı...
Yarımadaya tekneyle kuzeyden yaklaştığımız için ilk karşımıza çıkan bu etkileyici dağ oldu: Athos ...
Denizden gördüğümüz kadarıyla yerleşimler yamaçlara yapılmış ve oldukça devasa binalar hakim. 


Teknemizi Panayia Kasabası'na bağladık. Burası minnacık bir yer. Tek özelliği, bu koydan Athos Dağı'na giden günlük gezi teknelerinin çıkması. Sabah ve akşam saatlerinde kısa bir süre epey kalabalık oluyor yani. El ayak çekilince ortada gezinen birkaç kişi kalıyor. Zaten kıyıda da 2 restaurant var topu topu... Yarın için şimdiden arabamızı kiraladık. 
  
Akşam yemeğimizi tembellik yapıp Aristo Balık Restaurantında yedik. Zaten burada iki yer var. Benim yemeğim midyeli piav; biraz daha sulu olsa süper olurmuş. 



7 Temmuz 2015

Stagira Köyü, Aristo'nun doğduğu yer olarak geçiyor. Köyün çok güzel olduğunu söyleyemeyeceğim ama girişteki Aristo Parkı oldukça ilginç.



Aristo, M.Ö. 385 yılında doğmuş ünlü bir Yunan düşünürü ve filozofu. Plato'nun öğrencisi olarak 20 yaşından sonra Atina'da eğitim görmüş. Plato'nun ölümünden sonra, Makedonya Kralı 2. Philip tarafından oğlu Alexander'ın eğitimi için çağırılmış. 
Bu önemli şahsiyet için doğduğu köyde, çalışmalarına atıfta bulunan bir park düzenlenmiş. 
Parkın asık suratlı bir garson kızın olduğu kafesinde yeşil çay içip interneti resmen sömürdük.
İkinci durağımız geleneksel evleriyle ünlü Arnea köyü. Burada evler, Türk evi minarisini andırıyor. 1820'li yıllara ait olan binalar, çok iyi korunmuş. Evlerin duvarlarında hikayeleri de var. Bence iyi bir restorasyon çalışması. Evler Türk evi izini taşıyor. Kendinizi eski bir Osmanlı kasabasında gibi hissediyorsunuz.


Köyün meydanında menüsünde hemem hemen hiçbir şey olan bir tavernada öğle yemeğimizi yedik. Yemekten sonra kendimizi Selanik yolunda bulduk. Buraya kadar gelmişken Atamızın evini ziyaret etmeden geçemedik.
Atatürk'ün doğduğu evin ön parselinde Türk Konsolosluğu bulunuyor. Biz 2004 senesinde, karadan yaptığımız olaylı bir Yunanistan gezisinde burayı ziyaret etmiştik. O zaman ev, etnografya müzesi gibi yaşamın canlandırıldığı ve eşyaların sergilendiği bir mekandı. Bir süre önce tadilat gören bina, yeni bir düzenleme ile restore edilmiş, odalara Atatürk'ü anlatan panolar ve filmler yerleştirilmiş; biri genç diğeri orta yaşlı iki Atatürk heykeli Yılmaz Büyükerşen tarafından yapılmış. Bence bu haliyle daha düzenli ve ciddi bir görüntü sergiliyor ancak eski hali daha samimi ve özellikle çocuklar için daha akılda kalıcıydı...


Müzeye kapanmasına yakın gitmiştik; çıkışta kemerlere kadar yürüdük. Buradaki kiliseden bozulup cami haline getirilen ve daha sonra restore edilip, sıvanan mozaikleri açığa çıkarılan yapı çok hoşumuza gitti. Bence İstanbul'daki Ayasofya müzesinden sonra ikinci ilgi çekici bina olabilir.


Selanik'in tarihi yapılarının başında gelen kemerlerin üzerindeki rölyeflerler çok güzel...
Selanik'in simgesi Beyaz Kule'ye de gitmesek olmazdı. 
Hava o denli nemli ve sıcaktı, ben de detokstan ötürü o kadar aç ve yorgundum ki, kulenin tepesine Azmi hariç hiç birimiz çıkamadık. Kafede oturup internete girip soğuk kahvelerimizi içmek daha keyifliydi. 
Akşamüstü 8 gibi Selanik'ten ayrıldık. 9 gibi arabayı bırakıp doğru dinlenmeye çekildik...

8 Temmuz 2015


Kahvaltı sonrası yola çıktık ve motorla yaklaşık 3 mil uzaklıktaki Dhiaporos Adası'nın Kriftos Koyu'na demirledik. Buranın denizi göl gibi ve dibi balçık. Yüzmek pek iç açıcı değil ama hava bugün oldukça sıcak olduğundan denize girdik. Burası Hisarönü Körfezi'ndeki Bencik Koyu'nu andırıyor. Orayı da pek sevmeyiz ama bizden başka herkes bayılır. Halkidiki'ye bu kadar yakın olması aslında burada yer alan villalar için büyük avantaj. Hem çok sakinler hem de medeniyete deniz motoruyla yarım saat uzaktalar.


9 Temmuz 2015

Arı istilası sonucu kahvaltımızı etmeden Diaporos Adası'ndan ayrıdık. 3 mil uzaklıkta ana karadaki Dimitriaki Koyu'na demir attık. Koyun içi 3 m. civarında derinlikte ve dibi kum olduğu için çok rahat demir tutuyor. 


Koy, yüzmek için de çok uygun. Kıyıda plajlar ve karavan tatili yapan İtalyanlar var. 
Akşamüstü yürüyüş yapmak için botla karaya çıktık. Meğerse görünen binalar özel mülkmüş ve yürümemize izin vermediler. Bodyguard kılıklı dev gibi bir Yunanlı bizle kibarca konuştu... Botumuza geri döndüğümüzde iplerinin çözülmüş olduğunu gördük. Kim yaptıysa doğrusu hiç misafirperver değiller...
Kıyıya çıkmanın tek güzel yanı denizin şekil verdiği kayaları yakından görmekti.

10 Temmuz 2015

Bugün Amouliani adasının feribot yanaşan limanının sancak tarafına 3,5 - 4 metreye demir attık. Her yarım saatte bir ana karadan feribot geliyor ve gidiyor. Doğrusu çok işlek bir ada... O kadar çok gelen giden var ama biz karaya çıkınca bizim Avşa gibi bir yer çıktı karşımıza. Düzensiz yapılaşma, özensiz binalar, çocukluğumuzun sayfiye kasabaları... Doğrusu bu trafiğin manasını o an bir türlü çözememiştim. Ertesi gün ise anladım ki burası Athos'a çok yakın olması nedeniyle bu denli kalabalık. Belki de oraya en yakın sayfiye yeri... Burada da Trabzonlu bir garson bulduk. Konuşmalarımızdan bizim Türk olduğumuzu anladı. Her sene memleketini ziyarete gelip gidiyormuş tam bir Rum-Laz karışımı...




Adada gezilecek 1-2 sokak var ve pek de bir şey yok. Birkaç butik, sahilde dondurmacı ve kafeler, bir iki taverna... 
Ali ile bir tavernada oturup salata ve musakka yedik. Sonra Zeliha ve Azmi de geldi beraber bir kafede oturup kahve içip dondurma yedik ( biz Zeliha ile yemedik valla)... 


11 Temmuz 2015

Sabah 7 gibi yola çıkıp 3 mil ötedeki Ouranopoli'ye demirledik. Burası Athos dağındaki manastırlara denizden ulaşım yeri; yani manastırdan önceki son nokta. 
Kahvaltıdan sonra Ali ile botumuza atladık. Yarı yolda Ali'nin yanına pabuç almadığı anlaşıldı ama yine de geri dönmedik. Kıyıya çıkınca ilk işim gidip ona terlik almak oldu. 


Burası oldukça dini nitelikler taşıyan bir kasaba. Her yerde dini objeler ve Athos dağındaki manastırları anlatan kitaplar var. Sahildeki botlara yetişmek için koşan eli fotoğraf makineli bir dolu insan, ortalıkta dolaşan din adamları, sahil güvenlik, oldukça karışık bir ortam. Athos dağındaki manastırlara gidebilmek için erkek olmak ve özel izin almak şart. Orası özerk bir bölge ve dişi sinek dahi giremiyor. Kitap ve magnet alıp biraz da dolaşıp Moshonis'e döndük.


 

 Chalkidiki yarımadasının ikinci parmağının ucundaki Porto Koufo'ya geldiğimizde saat 17:00 idi. Önce demir attık sonra da yan tonoz boşalınca ona bağlandık. Akşam yemeğini sahilde yedik. Buradaki görevli kız da Türktü ve soyadı Karagözoğlu idi ve söylerken anormal zorlanıyordu:)
Porto Koufo, küçük bir balıkçı kasabası. Burası, Yunanistan'daki en geniş ve güvenli doğal limanlardan biri. Coufos, Yunanca sağır anlamına geliyormuş. Çünkü limanın dışındaki denizin sesi buradan anlaşılmıyormuş. II.Dünya Savaşı sırasında Alman denizaltıları burayı saklanmak için kullanmış. 11 Eylül 2004'te burada askeri bir helikopter düşmüş ve 17 kişi ölmüş. Ölen grubun içinde dini bir  olay için Athos'a giden Mısır'ın Rum Patriği, Afrika Ortodoks Hristiyanlarının Rum Lideri ve heyeti  bulunmaktaymış. Kasabanın kıyısında düşen helikopterin kalıntıları ile birlikte bir de anıt yer alıyor. 

12 Temmuz 2015

Bugün yol katetmek yerine dinlenmeyi seçtik ancak pek dinlenebildiğimiz söylenemez. Teknenin mazotunu yedek depodan doldurduk. Bu konuda bize dünkü Türk kız yardımcı oldu. Sonra üç damacanadan teknenin suyunu ekledik, sonra damacanaları alıp botla sahile gittik, sularımızı doldurup marketten biraz alışveriş yapıp döndük.  Halkidiki seyahatimiz burada bitti. Doğrusu bu seyahatin en güzel tarafı yıllar sonra yine Selanik'e gitmek oldu. Atatürk'ün evini daha defalarca da ziyaret edebilirim.



Athos Dağı

Burada Athos Dağı'ndan tekrar bahsetmek istiyorum. Halkidiki seyahatine çıkmadan evvel doğrusu böyle bir yerin varlığından dahi haberim yoktu. Yunanistan'ın Halkidiki Yarımadası'nın Ege Denizi'ne doğru uzanan 3 dar ve uzun yarımadanın en doğuda olanı olan Aynoroz'un toprağı kalkerli ve oldukça dağlık. En yüksek noktası da adanın güneyindeki Athos Dağı (2.033 m.) . Nüfusun çoğu rahiplerden oluşuyor ve 2.250 kişi kadar. Burada 20 kadar manastır var. Her manastırı temsil eden 20 kişi ve küçük bir meclis tarafından yönetilen yarımada Yunanistan'a bağlı. Halkın başlıca gelir kaynağı, zeytin, bağcılık ve hayvancılık. Bölgeye kara yoluyla değil, sadece deniz yoluyla ulaşılıyor. Önce Selanik'ten randevu ve pin kodu, ardından limanın oradaki bürodan giriş izni almanız gerekiyor. Hele yabancıysanız bunların yanında kendi konsolosluğunuzdan tavsiye kağıdı, Yunanistan Dışişleri bürolarından izin kağıdı gibi şeyler almanız gerekiyor. Yani bu kutsal bölgenin huzurunu bozmamak için yalnızca erkek olmanız yetmiyor. Hepsini yaptınız topu topu 4 gün kalabiliyorsunuz.  10. yüzyılda dinsel bir topluluk olarak doğan Aynoroz, BizansOsmanlı ve Yunan egemenlikleri boyunca bağımsızlığını korumayı başarmış. Aynoroz nüfusunun tamamı erkek. Başta da belirttiğim gibi kadınların girmesi kesinlikle yasak. Burası Dünya ve Yunanistan'ın tek kadınsız bölgesi.. Aynoroz'un ortak bir plana göre yapılan 20 manastırı da kuleli bir surla çevrilmiş olan geniş avlulu kaleler. 10. yüzyılda yapılmaya başlanmış olan kiliseler dinsel konulu Bizans duvar resimleriyle süslenmiş.  
Tom Cruise de Athos Dağı'na gelip manastır hayatını incelemiş. Manastırdaki rahipler tarafından bu durum gizli tutulurken Cruise, oradaki ziyaretçiler tarafından tanınmış... Athos Dağı, 1988 yılında Unesco'nun Dünya Mirası listesine alınmış.



22 Ocak 2016

Room


Emma Donoghue'nin Room (Oda) adlı romanından uyarlanan filmi uzun zamandır merakla bekliyordum. Bu roman, kurgusu ve konusuyla beni o kadar çok etkilemiştir ki en sevdiğim 10 kitabın içine rahatlıkla koyabilirim.
17 yaşındayken sapık ruhlu bir adam tarafından kandırılarak bir kulübeye kapatılan ve yıllarca tecavüze uğrayan Joy, tecavüzcüsünden bir çocuk sahibi olmuştur. Sadece tepe penceresine sahip ve şifreli bir kapıyla girilen kulübede artık 5 yaşına gelen oğlu Jack ile birlikte yaşamaktadır. Yaşlı Nick bazı geceler yine Joy ile birlikte olmak için yanlarına gelir. Joy, Jack'i adamdan çılgıncasına saklar. Onun geldiği zamanlarda Jack. odadaki gardrobun içine saklanır. Odada sadece yatak. dolap, küvet, klozet, lavabo, küçük bir mutfak ve eski bir televizyon vardır. O yaşına kadar Joy, Jack'e dünyanın sadece odadan ibaret olduğunu ve televizyondaki her şeyin gerçek olmadığını anlatmıştır. Beş yaşına basan Jack'e dışarıdaki hayatı da anlatmaya başlar. Jack'in buna inanması zaman alacaktır. Joy, odadan kaçmak için son kozunu kullanmaya karar verir. Jack'i sanki ölmüş gibi bir halıya sarar ve yaşlı Nick'in onu gömmeye götürdüğü zaman kaçmasını tembihler... Plan işler, ancak kamyonet ışıklarda durduğunda Jack aşağı atlamaya çalışırken düşer ve Nick'e yakalanır. Oradan geçen köpekli bir adam olayda bir tuhaflık olduğunu sezip Nick'in üzerine gidince Nick Jack'i bırakıp kaçar. Jack'in polislere anlattığı tuhaf şeyler işe yarar ve Joy kurtarılır. 



Artık ikisi de serbesttirler. Jack'in dış dünyaya alışması biraz zaman alacaktır. Ayrıca güneş ışığı ve havadaki mikroplara da alışmak durumundadır. Joy'un anne ve babası da olayları ve tecavüzcüden olan torunlarını benimsemekte zorluk çekerler. Joy ise 7 senelik esaretin sonucunda ruhsal olarak diplerdedir ve intihara teşebbüs eder. Anne ve oğul bu süreci birlikte geçirecek ve huzurlu hayata alışmayı zamanla öğreneceklerdir. Yaşamlarının o evresine son verip yeni hayatlarına başlamak için işe "oda"ya geri dönüp her şeye "bye bye" demekle başlarlar...



Filmi başından sonuna kadar gözümde yaşlarla seyrettim. Son derece duygusal, İnanılmaz güzel bir roman, başarıyla uyarlanmış bir senaryo, baş roldeki Brie Larson (- ki daha önce hiçbir filmini izlememişim) çok çok iyi...2006 doğumlu Jakob Tremblay için ise diyecek laf bulamıyorum. Filmin başarısının temelinde onun içten oyunculuğu yatıyor. Golden Globe ödül töreninde en iyi kadın oyuncu ödülünü kazanan Brie Larson, onun için "Jakob olmasaydı ben bu ödülü alamazdım" dedi... Bence kesinlikle Oscar'ı da alacak ama dediği lafa hak vermemek çok zor... Kesinlikle görün derim. Ben o denli merak ediyordum ki filmin sinemalara gelmesini bekleyemedim. Umarım gelir ve Türkiye'de epey bir kesim tarafından seyredilir. Oscar'larda da hak ettiği ödüllere kavuşur...


21 Ocak 2016

Bitti Bitti Bitmedi - Vedat Türkali


Romanlarıyla söylenemeyenleri hiç çekinmeden anlatan, 12 Eylül askeri darbesi, 6-7 Eylül olayları, Dersim katliamı gibi gerçekleri hiç unutturmayan, Vedat Türkali’nin son kitabı “Bitti Bitti Bitmedi”, Diyarbakır ve Adana cezaevinde başlayıp İttihat ve Terakki dönemine dönüp 1915’i anlatıyor.
Türkali, kitabı Kürtler için yazmaya başlamış ve sonradan Kürtler ve Ermenilerin kaderinin bir olduğunu düşünüp Ermeni soykırımını da işin içine katmış. Diyarbakır cezaevinde olanları 78’liler Vakfı’ndaki belgelere dayanarak yazmış. İşkencelere dair anlatılanlar da tamamen orada yatanların ifadelerine dayanıyor.
Kitabın ana karakteri Murat (Tarık) 17 yaşında dönemin siyasi olaylarına karışıp Diyarbakır Cezaevi’nde türlü işkencelerden geçmiştir. Hapishaneden sonra Bulgurlu’da, kiralık bir evde oturmaya başlar. Halası ve eniştesinden gelen düzenli parayla geçinmeye çalışır. Hapishanede olanlar nedeniyle travma yaşayan Murat’ın ilgisini hiçbir şey çekmemektedir. Halası bir gün Murat’ı Mısır Çarşısı’nda bir dükkana götürür. Askere giden katibin yerine geçici bir süre bakması istenmektedir. Bu durum hoşuna gitmese de orada Lüsi adında bir Ermeni mimarla tanışır. Lüsi’nin Fransa’da yaşayan dedesinden başka yakını yoktur. Kısa sürede Murat ve Lüsi yakınlaşırlar. Lüsi dedesiyle birlikte atalarının yaşadığı Erivan’ı ziyaret eder. Dönüşlerinde dede Murat’a kendi hayat öykülerini ve Ermenilere yapılan haksızlıkları anlatır.
Lüsi ve dedesi gezilerini aslında Erivan yerine 1. Dünya Savaşı’nda ailenin sürgün edildiği Suriye’ye yapar. Dönüşte Hatay’a geçip birkaç ay da orada kalırlar. Lüsi orada, 1933’te yayınlanan Werfel’in “Musa Dağ’da Kırk Gün” romanını okur ve çok etkilenir. Kitapta 1915 Tehcir olaylarında Musa Dağ eteklerinde kurulu yedi Ermeni Köyü’nün bir araya gelip teslim olmaktansa direnmeyi seçmesi anlatılmaktadır. Bu roman aynı zamanda başlayan Yahudi soykırımına karşı da bir uyarıcı olarak görülüp yıllarca Avrupa’da yasaklanmıştır. (-ki bu kitabı da aldım ve en kısa sürede okumak istiyorum)
Murat ve Lüsi evlenirler ve ikiz kız çocuğuna sahip olurlar. Kızlar dört yaşına gelince Ermenistan’da son bulan bir seyahate çıkarlar. Önce doğdukları topraklara gelirler. Dedesi burada Lüsi’ye annesinin hikayesini anlatır. Köylerindeki Ermenileri öldürmeye askerlerin kurşunu yetmeyince hepsini birbirine bağlayıp uçurumdan aşağı atmışlardır. İçlerinden Lüsi’nin annesi Maral kurtulmuştur. Maral da bir gün uçurumun kenarında ot toplarken kimin Ermeni olduğunu fitneleyen askerle kavgaya tutuşmuş ve ikisi de uçurumdan yuvarlanarak ölmüştür. Dede ikizlerin ellerine Ermenice ve Türkçe “bitmedi, bitmeyecek” yazan kağıtlar tutuşturur ve onları aşağı atarlarken “bitti mi?” diye bağırır.
Romanın son cümlesi de bu olur “bitti mi?” Hayat yaşandıkça ve devirler değiştikçe hiçbir zulüm bitmez. Biri biter, bir diğeri başlar… Keşke bitse…













Böğürtlen Kışı - Sarah Jio


2015'in Tüyap Kitap Fuarına son kitabının tanıtımı ve imza günü için gelen Sarah Jio'nun 2013 yılında yayımlanan kitabı "Böğürtlen Kışı"nın övgülerini çeşitli yerlerde duymuştum. Bazı kitaplar insanı gerçekten mutlu eder... Sıcacık evinizde, çayınızı içerken elinize alıp huzurla okumak istersiniz. İşte "Böğürtlen Kışı" da böyle bir kitap... Romantik, sürükleyici, kolay okunan, mutluluk veren...
Hikaye iki ayrı zaman diliminde, Seattle'da geçiyor. 1933 yılında, 3 yaşındaki oğlu Daniel'in kaybolmasıyla hayatı altüst olan yoksul Vera Ray, çocuğun babası Charles'dan yardım istemeye gittiği sırada bir cinayete kurban gider. 2013 yılında, bir gazetede muhabir olarak çalışan Claire, yazdığı bir makalenin araştırmaları sırasında bu olayı öğrenir ve araştırmaya başlar. Claire, 1 sene önce, 8 aylık hamile iken bir kaza sonucu bebeğini kaybetmiştir. O olaydan sonra kocasıyla ilişkisi ve kendi ruhi durumu da dahil bir sürü şey altüst olmuştur.
80 sene önce olanlarla bugün arasındaki tek bağlantı mayıs ayında meydana gelen kar yağışıdır ve buna "Böğürtlen Kışı" denilmektedir. Araştırmaları sonucunda Claire garip bir gerçeği açığa çıkarır. 80 önce yaşananlar, kocasının ailesi ve dedesiyle kesişmektedir. kitabın sonunda tüm soru işaretleri çözülür ve Claire, evliliğini kurtarır...
Sabun köpüğü gibi, hiç kafa yormadan okuyup bitireceğiniz şirin bir kadın romanı... Meraklılarına tavsiye edilir. Ben bir daha Sarah Jio okur muyum? İşte bundan emin değilim...




Blackberry Winter


7 Ocak 2016

Thasos Adası - 2015 Yunan Adaları Günlüğü 4

1 Temmuz 2015


Yelkenlimizle Kuzey Ege Yunan Adalarını gezmeye devam ediyoruz. Karadan Yunanistan'a geçip Kavala'dan kolayca ulaşılabilmesi sebebiyle son zamanlarda Türkiye'den gitmeyeni dövdükleri Thasos'a geldik. İlk gecemizi, plajlarıyla ünlü Aliki Koyu'nda teknede geçirdik.Bugün Temmuz ayının ilk günü olmasına rağmen havalar soğuk. Yola çıkmadan önce mayo yerine polar eofmana ağırlık verseymişiz iyi olurmuş:)


2 Temmuz 2015 

Bugün Thasos'un ana limanına bağlandık. Birkaç gün buradayız. Araba kiralayıp çılgınlar gibi gezeceğiz. 
Paros'tan gelen göçmenlerin M.Ö. 7.yy.'da doğu kıyılarını kolonileştirdiği Thasos'ta taş çağından bu yana yerleşim var. Denizciliğin merkezi olan antik Thasos, M.Ö. 462'de Atinalılara teslim olmuş. Roma döneminde gelişmiş, ortaçağ ile birlikte karanlığa gömülmüş. 1455'te Osmanlı donanması tarafından ele geçirilmiş, Balkan savaşlarıyla birlikte 1912'de Osmanlı yönetiminden çıkmış. 
Beyaz mermer adanın en değerli mücevheri...
Akşamüstü çevre gezisine çıktık. Bizanstan kalma antik kalıntıların üzerine evler, bahçeler kurmuşlar. Tarihe saygı konusunda bu Yunanlılar bizden beter yani...



Thassos'ta denize paralel sokak, dükkanlardan ve cafelerden geçilmiyor. Kavala'ya saat başı kalkan feribot sayesinde adanın karayla bağlantısı gayet fazla ve elinizi sallasanız bir Türk'e çarpıyorsunuz. İyi ki bayrama daha çok var. 


Akşam yemeğimizi pizzacıda yiyoruz. Pizzamız 5 kişilik ve dev gibi...




3 Temmuz 2015

Hertz'den iki günlük  araba kiraladık. 
Bir yerler, başka bir yerlere istemesem de çağrıştırıyor. Bu Thassos ana merkez, bana göre İznik'e benziyor. Orada da evlerin arasında tarihi eserler vardır. Nereyi kazsan Bizans duvarı çıkar. Thassos'ta da aynı böyle... Bu da bir başka kapı...


Bir dağ köyü olan Panagia'ya gidiyoruz. Ada o denli yeşil ve sulak ki, köyün içinden geçen ve şırıl şırıl akan dere, dört bir yandaki çeşmeler, inanılmaz bir zenginlik...


 Köyün sokaklarında gezip öğle yemeği için çevrilen kuzu ve tavuklara göz koyuyoruz. Yürüyüş sırasında yağmur çiselese de köy yavaş yavaş kalabalıklaşmaya başlıyor. Burası deli gibi turist kaynıyor.

Köye hakim mimaride en göze çarpan özellik arduaz çatılar. Kiremitler, sanki gelişigüzel çatıya atılmış gibi dursa da bütünde çok güzel bir görüntü sergiliyor. 
Panagia'nın sahil kesimi çok sayıda turistik tesis barındırıyor. Buranın kumu gerçekten altın renginde...


Sırada başka bir dağ köyü var: Potamia.
Burası biraz daha sakin ama su, burada da oldukça bol; meydandaki çınar ağacının dibinden sürekli sular akıyor. 




Genç yaşta Amerika'ya göç eden heykeltraş ve ressam Polygnotos Vagis bu kasabanın yerlisi. Eserleri rüya benzeri bir niteliğe sahip. Biz bayanlar merakımıza yenilip  2'şer euro verip yerel sanatçının müzesine girdik. Eserlerde daha çok insan figürleri çalışılmış ve taş oldukça iyi işlenmiş.  Kayalara yonttuğu kuş, balık, kaplumbağa ve hayalet yüzlü tasvirler çoğunlukta. Müzenin bulunduğu bina da güzel bir mimari örneğiydi.



Sırada iki gün evvel alargada kaldığımız Aliki koyu var. Burada bugün deniz çok güzel görünüyor. İki gün önce oldukça çırpıntılıydı. Denize paralel patika yoldan buruna kadar yürüdük. Zaman zaman sağ tarafımız denize inen dik yamaç nedeniyle benim için  ürkütücü oldu. Taş ocaklarından günümüze kalan burundaki çukurlar görülmeye değerdi. 



Yolumuzun üzerindeki Mori Archangelou Manastırı'na uğradık. 12. yy. başlarında Luka adlı bir münzevi tarafından bir pınarın kaynadığı yerde kurulan manastırın en kutsal hazinesi çarmıhtan olduğu bsöylenen bir kutsal çivi. Burası oldukça bağnaz bir manastırdı. İçeride kara örtülere bürünmüş rahibeler oldukça karanlık bir görüntü sergiliyordu. Bizi de örtünmeden içeri almadılar. Kapıda üzerimize komik etekler ve pantolonlar verdiler. Ali'ninki tam bir Hopdediks pantalonu idi, manastırın girişinde gülmekten yerlere yattık. 





Güzel manzaralı manastırdan sonra, Osmanlı egemenliği sırasında adanın baş şehri olan Theogolos'a gittik. Mimarisi, doğal doku ve çatıları, ağaçları ve çiçekleri ile oldukça şirin bir yer... Büyük bacalı evler ve arduvaz çatılar dikkati çekiyor.




Günün son durağı sahil şeridi ve restaurantlarıyla ünlü Kalyvia oldu. Burada biraz turladık sonra teknemize döndük. O kadar yorulmuşuz ki size anlatamam. Denize girmek istedik ancak ona bile üşendik. Tam 10,71 km. yol yürümüşüz.



4 Temmuz 2015 

Yine dağ köylerindeyiz. İlki Prinos, evleri Balkan mimarisinin özelliklerini taşıyor. Köy meydanındaki yıldırım çarpan, ortadan ikiye ayrılmasına rağmen yine de yaşamaya devam eden iki çınar ağacının gölgesindeki restaurantta kahvelerimizi içtik, beyler gül reçelli, ev yapımı sakızlı dondurma yediler. İki ay için restaurantta çalışmaya gelen İskeçeli Sinan ile lafladık. Burada herkes yarınki referandum için heyecanlı...

Prinos'tan sonra güzel gün batımıyla ünlü Sotiras köyündeyiz. Köy meydanında gürül gürül akan su dışında bence pek bir sevimli tarafı yok.



Ya biz yorgunduk ya tansiyonumuz düştü ya da çıktı, ya da bu kadar dağ köyü gezmek fazla geldi, kulaklarımız uğuldadı, başınız döndü, "yeter" dedik ve sahile inip biraz birşeyler atıştırıp dinlendik. Dönüşte, yolumuzun üstündeki büyük markete girdik. Yunanistan gerçekten feci krizde, hiçbir yerde kredi kartı geçmiyor; koskoca marketin kasalarında kredi kartı kabul etmediler. Allahtan Yunanlılar için 60 euro olan günlük para çekme limitini bize uygulamıyorlar. Bugün yine biraz para çektik. Bu gidişle herşeyi peşin parayla almamız gerekecek...
Akşam Enavlion Oteli'nde Zeliha'nın sürpriz doğum günü yemeğindeyiz. Güzel bir ortam, Azmi'nin Trip Advisor'dan bulduğuna göre, adanın 1 numara restaurantı...
Gerçekten herşey çok güzeldi. Bugün aynı zamanda Azmi ve Zeliha'nın evlenme  yıl dönümleriymiş. Bunu da buraya gelince öğrendik. 29. Yılları, nice yıllara...