7 Aralık 2017

Kızgın Damdaki Kedi

Geçtiğimiz hafta Kadıköy Halk Eğitim Merkezi'nde - ki yıllardır gitmediğimi fark ettim. - "Kızgın Damdaki Kedi" oyununa gittik. Biletleri yaklaşık 1 ay evvelden almıştım ve şanssızlık bu ya gündüz işe gidemeyecek kadar hastaydım. Havada deli bir mikrop var ve kimi görsem sesi kısık yorgan döşek yatmak üzere... Yine de tiyatro aşkımız galip geldi ve tabii ki gittik...
Oyun Mam'art Tiyatro tarafından sahneleniyor. Eser Tennessee Wıllıams'ın... Oyuncular ise Dot Tiyatro'da pek çok oyunda seyrettiğimiz Tuğrul Tülek, dizilerden aşina olduğumuz ve gerçekten ne harika oyuncuymuş hayran kaldım dediğim Sezin Akbaşoğulları, yine Dot Tiyatro'da izlediğim Ünal Silver, Aliye'nin cadaloz kayın validesi olarak bildiğim Ayten Uncuoğlu, Bennur Duyucu ve Ömür Kayakırılmaz.


Kızgın Damdaki Kedi, Pulitzer ve Tiyatro Eleştirmenleri Birliği ödüllerini almış bir oyun ve artık klasik bir eser haline gelmiş. 1958 yılında filme alınan eserde başrollerini Paul Newman ve Elizabeth Taylor paylaşmış. Gelelim konusuna:


Zengin bir Amerikan ailesini evindeyiz. Evin kanserden ölmekte olan yaşlı babasının son doğum günü kutlaması için tüm aile bir arada. Ailenin iki oğlu var... Brick son derece mutsuz bir evlilik yapmış ve yapamadıkları yüzünden kendine iyiden iyiye alkole vermiş. Karısı Maggie ise sadece kendilerine kalacak mirasın peşinde ve bu konuda Brick'i yönlendirmekle meşgul. Evin Avukat olan diğer oğlu ve gelin ise 5+1 çocukları ile mirastan pay alma hevesinde. Annenin ise tek yaptığı hayal dünyasında yaşamak ve her ne kadar kocası tarafından sevilmese de yuvasına sahip çıkmak. Eser aile kavramını, gizli kalmış aile içi sırları, birbirlerine söylenemeyenleri, ele alırken yazıldığı seneler için tabu özelliği taşıyan "eşcinsellik" konusunu da inceden inceye işliyor.  



Oyun sezonun dikkat çekicileri arasına girmeyi hak ediyor. Özellikle de yüksek performanslı ve iyi oyuncuları ile izlenilmeye değer bir yapım. Öyle ki oyuncular bir an bile sahneden ayrılmıyor. Ön planda dekorda Brick ve Maggie'nin yatak odasını görürken odadan çıkan oyuncular arka planda kalıp sahneyi asla terk etmiyorlar.

Hitler'in Unutulan Çocukları - Tim Tate, Ingrid Von Oelhafen


Nazi istilası ve yaptıkları soykırımlar hakkında sayısız kitap okuyup film izledim.  "Sophie'nin Seçimi", "Çizgili Pijamalı Çocuk", "Soysuzlar Çetesi", "Piyanist", "Hayat Güzeldir", "Schindler'in Listesi"... Bu konu hem içimi acıtır, hem de her izlediğim yeni filmde ve okuduğum yeni kitapta tarihin bambaşka bir sayfasına tanık olurum. "Hitler'in Unutulan Çocukları" kitabı da  bugüne değin bilmediğim bambaşka bir Nazi soykırımını öğrenmeme neden oldu: Lebensborn Projesi...

Bu bir ari ırk yaratma projesi ve Nazi Almanyası'nın ikinci adamı Heinrich Himmler’in denetiminde uygulanmış. 1. Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya'da erkek nüfusu çok azalmış ve doğum oranları düşmüş. Bu durumu dengelemek ve ari Alman ırkını yaşatmak ve çoğaltmak amacıyla 1935 yılından itibaren "Lebensborn" programı hayata geçirilmiş. Bu program kapsamında, evlilik dışı hamile kalan Alman kadınları, belirli evlerde bakılmış doğan çocuklar, maddi durumu iyi ailelere evlatlık verilmiş. İyi kas yapısına ve fiziksel özelliklere sahip subaylar, kadınlarla çiftleştirilerek kaliteli çocuklar dünyaya getirilmeye çalışılmış. Bununla da kalmayıp daha da ileri gidilerek Nazilerin işgali altındaki coğrafyalardaki (özellikle Slovenya ve Polonya) ari ırk özellikleri gösteren çocuklar tespit edilerek ailelerinden zorla koparılmış ve yine "yuva" adı altındaki evlerde tam bir Alman gibi yetiştirilip belirlenen iyi durumdaki Nazi yanlısı Alman ailelere evlatlık verilmiş. O dönemde tam olarak kaç çocuğun ailelerinden koparıldığı bilinmiyor. Ancak çoğu yetmişli yaşlarında Lebensborn Programı'ndan haberdar olmuş ve kimisi gerçek ailelerini bulmak için çaba sarf ederken pek çoğu da eski kimliklerine dair hiçbir belge bulamamış. 

 



Kitabımızın kahramanı ve aynı zamanda da yazarı olan Ingrid Oelhafen, kardeş bildiği ancak yine kendisi gibi başka bir aileden kaçırılan Dietmar ile bir Alman ailesinin yanında yaşamaktadır. Anne ve babası ona oldukça mesafeli davranmaktadır. Yıllar sonra, tesadüf eseri evlatlık olduğunu ve asıl adının Erika Matko olduğunu öğrenir. Gerçek kimliğinin izini hayatı boyunca sürer. Nürnberg Mahkemelerinde kendi kaçırılma olayının duruşma tutanaklarına ve pek çok belgeye ulaşır. Doğum yerini ve gerçek ailesinden kalanları bulduğunda başka bir Erika Matko ile karşılaşır. Bu kadın, yıllar önce kendi ailesine verilen başka bir bebektir. Aile, Erika'nın kendilerinden alınmasının ardından bu kimliği belirsiz bebeği bağrına basmıştır. Ingrid, hayatı hakkındaki gerçekleri öğrendiğinde artık yaşlı bir kadın olmuştur. 

Bir o kadar şaşırtıcı ve tüyler ürpertici gerçek bir hayat hikayesi... Tarihin sayfalarına gizlenmiş hikayelere meraklıysanız mutlaka okuyun derim.


Hitler's Forgotten Children








15 Ekim 2017

Casus - Paulo Coelho





Mata Hari, kitaplara ve filmlere konu olan, sırlarıyla yaşayan ve hayata veda eden ilgi çekici bir karakter. Hakkında pek çok söylenti var ancak tüm  bu gizemin temelinde bir kadının hayat hikayesi var... Asıl adı Margaretha Zelle olan Mata Hari 1876 yılında Hollanda'nın küçük bir kasabasında doğar. Ailesi iflas eder, annesini de kaybedince yatılı bir öğretmen okuluna gider ve burada okul müdürünün tecavüzüne uğrar. Yeni bir hayat kurmak adına bir evlilik ilanına cevap verip kendinden yaşlı bir subayla evlenip Java'da yaşamaya başlar. Burada iki çocuk doğurur ancak biri zehirlenerek ölür ve akabinde sıkıntılı bir evlilik yaşadığı kocasından boşanıp Paris'e dansçı olmaya gider. Sriptizle doğu egzotizmini birleştiren danslar yapar ve ünü tüm Avrupa'ya yayılır. Pek çok paralı ve ünlü erkek onunla beraber olmak için sıraya girer... Bu arada 1.Dünya Savaşı başlar. Almanya ve Fransa karşı karşıyadır. Yaşlanan Mata Hari'nin dansları artık kimsenin ilgisini çekmemektedir. Bu arada yeni tanıştığı bir adam Fransa ve Almanya arasında casusluk yapması durumunda para kazanabileceğini söyler. Daha sonra bu casusluk suçlamasına maruz kalan Mata Hari, ona verilen görevleri asla yapmadığını iddia eder ve suçlamaları reddeder. Ancak 15 Ekim 1917'de Paris'teki Saint Laire hapishanesinde on iki tüfekli askerin karşısında kurşuna dizilmekten kurtulamaz... Yıllar sonra Mata Hari'ye ölüm emrini veren savcı şöyle der:

"Elimizdeki deliller o kadar yetersizdi ki bir kediyi bile mahkum etmemize yetmezdi."


Mata Hari, idam vaktini beklerken bir mektup yazmış. Avukatı ile yaptığı yazışmalar ile beraber bu mektup, Coelho'nun "Casus" kitabını kurgulamasına yardımcı olmuş. Üç bölümden oluşan kitapta; ilk bölümde Margaretha'nın gençliği, evliliği ve yaşadığı sıkıntılar, çocuklarını doğurması anlatılırken ikinci bölümde Paris'ten kaçışı, Mata Hari'ye dönüşüp ünlenmesi ve beraber olduğu erkekler konu ediliyor; üçüncü ve son bölümde ise casuslukla suçlanması ve avukatıyla yaptığı yazışmalara değiniliyor. Coelho, ilk kez tarihi bir karakterin biyografisini yazarak eserleri arasına farklı bir tür katıyor.  
1947 Brezilya doğumlu Coelho hayatımıza "Simyacı" kitabı ile girdi ve hak ettiği yeri aldı. "Portebello Cadısı", "Şeytan ve Genç Kadın", "Veronika Ölmek İstiyor", "Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım" ,"Brida", "Beşinci dağ"... hepsi birbiriyle yarışacak kadar güzel kitaplardı... Sonra "Hac" ile başlayan ilahi nitelikli kitaplar devreye girdi ve ben"Zahir"den sonra "Akra'da Bulunan El Yazması" ve "Elif"i alıp okumamaya karar verdim... Çünkü bu tarz kitaplar ben de kendini sürekli tekrar ediyormuş izlenimi bırakıyorlardı. Bu grubu "On Bir Dakika" ile daha modern konulu kitaplar takip etmeye başladı... "Kazanan Yalnızdır", "Aldatmak" ve en son "Casus"... Doğrusu Coelho'da ciddi bir düşüş seziyorum ve bu durum hoşuma gitmiyor... Böyle devam ederse de sadece ilk grubu tekrar tekrar okuyup yeni eserlerini okumayı reddeceğim... Bu durum yazarı ne kadar ilgilendirir bilemem ancak okurlarını hızla kaybettiğine eminim...


 The Spy



14 Ekim 2017

Karmakarışık Sarmaşık - Cem Mumcu


“Karmakarışık Sarmaşık”, yazar ve psikiyatrist Cem Mumcu’nun “ Bin Bir İnsan Masalları” serisinin altıncı kitabı. Mumcu, bu seride yer alan yüz yetmiş beş öyküde, insan doğasının çeşitli yönlerini anlatıyor. Mesleğinin verdiği deneyimle insan karakterini ve ruh durumlarını sonuna kadar irdelerken bunu farklı bir edebiyat anlayışıyla yazıya döküyor. Çoğunlukla şiirsel bir dille ele alınan öyküleri tam olarak idrak edebilmek için belki birkaç kere okumak gerekiyor…
Ben diğer altı kitabı okumadım. "Karmakarışık Sarmaşık" ise psikolojik kitapları sevmeme rağmen beni pek cezbetmedi. Yukarıda da belirttiğim gibi öyküleri idrak etmekte epey zorlandım. Sanırım bu kadar Cem Mumcu bana yetti:)




Edebiyat Mutluluktur - Zülfü Livaneli

Eğer bir roman, ne kadar önemli bir konu anlatırsa anlatsın, sizi sıkıyorsa, içinize fenalıklar basmasına neden oluyorsa, en iyisi kaldırıp bir kenara koymaktır. Borges de bunu tavsiye eder ve ekler: "Dünyada okunmayı bekleyen o kadar iyi kitap var ki!"


Zülfü Livaneli kendini edebiyat ve müzik alanında kanıtlamış bir sanatçı... Belki de Türkiye'nin en büyük değerlerinden biri... Bu kez Livaneli, "Edebiyat Mutluluktur" kitabıyla deneme türünde okuduğu romanları, yazarları, nasıl yazmak gerektiğini ve kendi yazım tekniklerini değerlendiren bir kitap yazmış. Kitabı okuduktan sonra Nazım'a , Yaşar Kemal'e bir başka gözle bakmaya başlıyorsunuz.  Ayrıca bugüne kadar adını duyduğunuz veya duymadığınız, okuduğunuz veya okumadığınız pek çok yazar ve kitaba da ilgi duymaya başlıyorsunuz: Remarque / Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Umberto Eco, Knut Hamsun, Robert Graves / Ben Claudius, Gabriel Garcia Marquez, Kazancakis, Mevlana / Mesnevi, Binbir Gece Masalları, Trevanian / İnci Sokağı, Sylvia Plath, Yukio Mişima...
·         
Ben kitaplara bayılan biri olarak okurken çok keyif aldım. Liselerde edebiyat derslerinde okutulacak tarzda olan bu kitabı tüm kitapseverlerin muhakkak okuması gerekir diye düşünüyorum. 




10 Eylül 2017

Yıldız Tozu - Neil Gaiman


Periler, cadılar, ölüler, ortada dolaşan ruhlar, tek boynuzlu at ve dünyaya genç bir kız suretinde düşen yıldız... Hepsi Neil Gaiman'ın Yıldız Tozu romanında var.  Kitabın 2007 yılında beyazperdeye aktarılması ise "Sturdust";bu masalı görsel anlamda daha da ihtişamlı kılmış. 

Bu benim üçüncü Gaiman kitabım. Daha önce "Yokyer" ve "Coralin" i okumuş ve bayılmıştım. Sırada ise "Amerikan Tanrıları" var. "Sturdust" anlatım tarzı ile beni hayal kırıklığına uğrattı diyebilirim. Pek çok yerde sıkıldım, olaylardan koptum ve anlamakta zorluk çektim. Sanki kitapta kopukluklar vardı. Ya da orijinal dilinde okunması gerekiyordu... Doğrusu pek sevemedim romanı.



Gelelim konuya: Duvar köyü adını büyülü dünya ile kendisini ayıran duvardan alıyor. Her iki tarafa da elini kolunu sallayarak geçiş yasak. Sürekli muhafızlarla korunuyor; ancak 9 senede bir büyülü tarafta yapılan panayırda geçiş serbest. İşte kahramanımız Tristian da babasının panayır zamanı kuş kılığında bir prensesten olan oğlu... Yarı büyülü yarı insan... Tristian'ın köyün en güzel kızına aşık olup onun için kayan yıldızı bulmak üzere büyülü tarafa geçmesi le olaylar başlıyor. Düşen yıldız genç bir kız ve çarpma esnasında ayağı inciniyor. Tristian onu esas dünyaya getirmek ve sevdiği kızla evlenmek için türlü zorlukları göze alıyor. Ancak masal bu ya, peri yıldıza aşık olup büyülü dünyayı seçiyor ve mutlu sonnn...




Gaiman tutkunları, bu kitabı okuyacaksanız iki kere düşünün... İlk Gaiman kitabınız olacaksa eğer kısa bir süreliğine rafa kaldırın ve öncesinde başka kitaplarını bitirin... Yine de bu kitap diyorsanız önce filmini izleyin, sonra okuyun... 




Sturdust




29 Temmuz 2017

İskoçya'yı Keşfedelim...

Bazen oturup düşünüyoruz... "Bu sene nereye gidelim? Görmediğimiz bir yer olsun... Mevsimi uygun olsun... Ne çok sıkı giyinelim ne de sıcaktan bunalalım..." İşte bu seneki İskoçya fikri de böyle doğdu. Daha önce Birleşik Krallıkta İngiltere'yi görmüş ve medeniyetine şapka çıkarmıştım. İskoçya'ya ise hayran oldum diyebilirim. Bir kere hiç bozulmamış. Özellikle Edinburgh, halen bir Ortaçağ kenti. İskoçya'nın kırlık bölgesi olan Highland ise sanırım medeniyetin gelip de doğayı bozamadığı dünya üzerindeki tek bölge.

Önce ne yaptık?
Tabii ki birkaç blog araştırması. Bloglardan çok şey öğrenileceğine inananlardanım. Mesela otelimizi bile bir blogger tavsiyesi üzerine ayırttık. Motel One, eski ve modern Edinburgh'un tam birleşim noktasında, tren istasyonunun ve şehir tur otobüslerinin tam karşısında yer alıyor. Nitekim hava alanından buraya tek bir otobüsle 40 dakikada geldik. Otelin odaları son derece modern, Edinburgh Kalesi manzaralı kafesi mükemmel. Tek problemi odadaki depolama sorunu... Dolap sistemini nedense çözememişler ya da ahşaplara para harcamamak için çözmek istememişler. Eğer yolunuz düşerse beni daha iyi anlayacaksınız.


Biz Edinburgh'a ayak bastığımızda mayısın 14'ü idi ve malum kuzeydeki beyaz geceleri ucundan yakalamış olduk. Hava 22.00'de ancak kararıyordu ve tüm aydınlık günler bizimdi... Tabii malum Birleşik Krallığın peşini bırakmayan yağmurlu günlere denk gelmezsek süper olacaktı...


İlk işimiz otelimize yerleşip alışveriş caddesi olan ve Edinburgh'un (okunuşu nedense Edinbıragh) Princess Street boyunca ve eski şehre doğru turlamak oldu. Günlerden pazar olunca ve saat de 19.00 olduğundan sokaklar bomboştu ve pek açık dükkan yoktu... Ama hava enfes kıvamındaydı ve güzelim Ortaçağ etkisini hissetmek için en etkili zamandı. İlk hevesle 18.000 adım atıp kendimizi klasikleşen HardRock Cafe'de bulduk ve İstanbul'da geçtiğimiz aylarda kapanan şubesinde bulamadığımız ne varsa mideye indirdik. Favorimiz domuz kaburgası olmakla birlikte pek çoğunuzun "iğkkk" dediğini duyar gibiyim ama çok katı dini itikatlarınız yoksa dünyanın herhangi bir HardRock Cafe şubesinde denemenizi şiddetle tavsiye ederim... Bu kadar yorgunluğun ardından gecelemek için otele koştuk.

15 Mayıs 2017

Aman Allahım işte tipik bir Birleşik Krallık Sabahı... Hava kapkaranlık, kapalı ve zibir zibil yağan ve hiç duracakmış gibi durmayan bir yağmur var. Kahvaltıyı otelde almak yerine 500 metre ötedeki bir cafede tipik bir English Breakfast ettik. Bu bahsettiğim öğün hiç bir suretle bizim sabah alışkanlıklarımıza uymuyor. Çırpılmış yumurta, domuz sosisi, salam ve tatlı kuru fasulye kesinlikle benim için de uygun bir menü değildi... İlk ve son kez olarak nedense canımız çekti ve yedik...


Bugün tüm gün yağmur olduğundan kendimizi Edinburgh Kalesini gezmeye verdik. Yolumuzun üzerinde meşhur St.Giles Katedrali,'ne uğramak ilk işimiz oldu. Katedralin en göz alıcı noktası, Thistle Şapeli... Burada İskoçya'nın en eski şövalye tarikatı olan Thistle'ın on altı şövalyesine ait koltuklarını, ve kraliçenin locasını gördük.  Şapelin girişinden itibaren duvar ve tavanlardaki meşe oyma detaylar beni adeta büyüledi diyebilirim.


Yolumuza devam edip kaleye yürüyerek çıktık. Kapısına vardığımızda zaten yeteri kadar yorulmuştuk. Kale, Edinburgh'un simgesi ve en gözde turistik çekim noktası. İlginç olan kısım ise kalenin sönmüş bir volkanın üzerinde kurulmuş olması. Kaya oluşumunun ne zamana ait olduğu bilinmese de kalenin buraya kuruluş tarihi 11. yy. Kale, daha çok İskoçya tarihini anlatan detayları içeren bir müze... Benim için en ilginç noktalar, köpek mezarlığı, minnacık Azize Margaret Şapeli - ki Margaret isimli İskoç kadınları tarafından süsleniyormuş-, Britanya'nın en iyi ahşap kirişli tavanına sahip olduğu söylenen Great Hall, İskoçya Kraliçesi Mary'nin doğum yaptığı tuvaletten bile küçük bir oda, taht odası ve inanılmaz mücevherler ile şu an kafe olarak kullanılan ve şüphesiz İskoçya'nın en iyi birasını içtiğimi düşündüğüm (Edinburgh Castle Beer)  Quenn Anne Cafe oldu... 





Bu denli İskoçya tarihi yeter deyip kaleden çıktık ve Victoria Street'ten aşağıya, bir diğer ünlü bölge olan Grossmarket'e doğru gitmek için yola koyulduk. Victoria Street, rengarenk dükkanları ve cafeleri ile cıvıl cıvıl bir bölge... Bir vitrinde gördüğümüz kızarmış bütün domuz adeta bizi büyüledi ve orada ayak üstü ekmek arası domuzlarımızı alıp bir lokmada bitirdik. Burada tam bir pis boğazız. 


Cafe, bar ve restaurantların yoğunlukta olduğu ve çok içenlerin küfelerle taşındığı iddia edilen Grossmarket meydanında ise sokak kahvecisinden aldığımız sıcak içeceklerle mutlu olduk. Hava yağmaya devam ettiğinden ve dışarıda oturacak yer bulamadığımızdan Trainspotting filmine set olan ünlü Cowgate caddesinden yürüyüp bir yandan da kahvelerimizi yudumladık. 

Edinburgh'un en ünlü caddesi olan Royal Mile 'ın bir ucunda Edinburgh Kalesi, diğer ucunda ise kraliyet üyelerinin ağırlandığı Holyrood House var. Burası ayrıca da çok keyifli bir cadde... Hediyelik eşya dükkanları, viski mağazaları, barlar, restaurantlar hep bu cadde üzerinde... Biz de saraya doğru yürürken biraz alışveriş edip biraz da viski tadıp içtik. İskoçya, ekoseli desenli kaliteli kumaştan yapılan tekstil ürünleri, Ortaçağ kupaları, fudge adı verilen şekerlemesi ile ünlü. Her mağazada bunlarla karşılaşıyorsunuz. İskoçya'nın asıl en ünlü değeri ise viski. Biz buraya gelene kadar en iyi viskinin ne olduğunu ve nasıl içileceğini dahi bilmiyormuşuz. Amerikan dizileri ve Dallas'taki JR.'dan gördüğümüz üzere blended (yani değişik fıçılardan karışım) viskilerin üzeine buzu boca edip viskimizi yudumlamaya alışmışken burada en iyi viskilerin malt, yani tek bir fıçıya ait viskiler olduğunu ve viskiye asla ve de asla buz konmaması gerektiği, eğer çok sert geliyorsa birkaç damla su veya soda ile içilebileceğini öğrendik. Ve bütün değerlerimiz alt-üst oldu... Sonuç, hava alanından aldığımız malt viskilere gözümüz gibi bakmak ve İskoçya'da da yapıldığı gibi bardağa neredeyde bir yudum koymayı öğrenmek oldu... 


Hollyrood Sarayı'na vardığımızda kapanmasına 15 dakika vardı ve dolayısıyla bizi içeri almadılar. Bir de sarayın bir sonraki günden itibaren 15 süre ile ziyarete kapanacağı, çünkü kraliyet ailesinin geldiğini öğrenince iyice moralimiz bozuldu. Meğerse bu kapanış tarihleri birkaç ay önceden belli olurmuş. Nasıl oldu da bu detayı kaçırdık bilemiyorum. Biz de sarayın alışveriş alanında biraz dolaşıp kraliyet ailesi ıvır zıvırlarından aldık.

Ayaklarımıza kara sular dökülmüş halde otelimize dönüp az biraz dinlendik. Bugün de şaka maka 24.000 adım atmışız... Akşam yemeğimizi otelimize yakın olan ve modern bölgede bulunan Mussle Inn'de yedik. Burası bir deniz mahsülleri lokantası. Özellikle tencerede pişen midyeleri için buradayız. Ali'nin içtiği deniz mahsulleri çorbası mükemmel ve yarısını da ben içtim bu arada karidese alerjim olduğu aklıma gelse de pek umursamadım. Önce bir güzel yiyelim, sonra başımızın  çaresine bakarız. Ardından deniz tarağı ve tenceredeki midyelerim, hepsini son lokmasına kadar yedim, otele gelince de 1-2 saatimi tuvalette geçirip midemi eski haline getirdim... Bu tip şeyler genelde yurt dışı seyahatlerimde hep başıma gelir. Diyorum ya pisboğazlık had safhada diye...


16 Mayıs 2017


Bu gün Hop On Hop Off günü...  İki gündür o denli yorulduk ki bugün otobüslerle şehri gezeceğiz... Çoğu bölgeyi daha önce gezmiş bulunmaktayız ama bazı noktalar da var ki bu otobüsler olmasa hayatta gitmeyiz. Üç tip turu da içinde bulunduran, adam başı 20 paundluk turu seçtik. Üç turun da uğrak noktalarının başında Edinburgh Kalesi, Holyrood House ve mimarisiyle ünlü Parlamento Binası geliyor. Bizim de ilk işimiz mimar olarak parlamento binasını ziyaret etmek oldu. Katalan mimar Enric Miralles tarafından tasarlanan bina 2004 yılında hizmete açılmış. Bina, yıl boyunca belirli saatlerde ziyaretçiler tarafından gezilebiliyor. İçi oldukça sade tasarlanan binada, zarif ahşap işçilikleri ön planda... Belli sembollerin tekrarından oluşan motifler, düzenli bir şekilde kullanılırken büyük salonun çatısı ve geniş açıklıkları geçen makaslar oldukça şık bir görüntü sergilemiş. Parlamento Binasının hemen yanında bulunan, Arthur's Seat tepesi, İskoçya'da çekilen pek çok filme dekor olmuş. Kendine özgü bitki örtüsü ile adeta sapsarı bir çiçek kümbetini andıran bu tepeye yürüyerek çıkan ve aşağıdan karınca gibi görünen pek çok kişi olsa da biz tırmanmamayı tercih ettik.


Parlamento Binasının ardından yine kırmızı hattı alıp otobüse bindik ve Ali'nin zoru ile 15 paundluk biletlerimizi alıp bir sonraki durakta tekrar indik. Burası Our Dynamic Earth adı verilen, dünyamızın oluşum evresini anlatan bir gösteri alanı olup genellikle 4-18 yaş arası öğrenciler tarafından tercih edilen bir çadır... İçeri girip velet gruplarını gördüğümüzde içimize bir fenalık dalgası gelse de biletlerimizi otobüste almış olduğumuzdan show'a başından sonuna kadar katıldık. Yerin 7 kat dibine girip depremlerle sarsıldık, yağmur ormanlarından geçip küresel ısınmaya maruz kaldık ve buz kütlelerini kucakladık, üzerimize karlar yağdı... En sonunda kendimizi dışarı atıp küre sinemaya giriş hakkımızı akşamüstüne bıraktık...


Öğlen yemeğimizi meydandaki Irish Pub'da yedik. Menümüz bira ve pizza çeşitleri. Burası bizi epey keyiflendirdi ve üzerine mavi hattı alıp bu kez Leith tarafındaki rıhtıma Kraliyet Teknesine gittik. Tekneye giriş rezervasyon gerektirdiğinden inme zahmetine bile katlanmayıp tüm Edinburgh'u otobüslerle fethetmeye devam ettik. Akşamüstü, Our Dynamic Earth'teki küre sinemada astronotlarla ilgili olan filmi izlerken bir güzel kestirmişim. Buradan 17:00 gibi çıkıp yine otobüse bindik. Artık aynı noktalardan geçmekten kusacak duruma gelince Royal Mile'da inip bu kez bir viski barda keyifle oturup yerel içkileri tattık ve bu arada akşam yemeği için şehrin meşhur bir et restaurantında yer ayırttık.

Restaurant oldukça elegant bir havaya sahipti, biz biraz yorgun ve pespayeydik ama turisttik sonuçta, bizi affedebilirlerdi... Biz Ali ile hamburger ve lokum et menüsünü paylaştık. Gerçekten de mükemmel bir etti ve bence verdiğimiz parayı sonuna kadar haketti... Dört kişi için Toplam 140 paund gelen hesap bence İstanbul'daki pek çok et restaurantından ucuzdu ve bu fiyatın içinde tatlı ve bir şişe kırmızı şarap dahi vardı...

17 Mayıs 2017

Bugün İskoçya'daki gezimizin yeni bir dönemi, buraya gelmeden önce internetten satın aldığımız Highland Bölgesi turumuz başlıyor... Sabah 7.30'da valizlerimizle turumuzun organizatörü olan Highland Explorer Tur'un önüne geldik. Burası da tabii ki Royal Mile üzerinde... Bizden bir 15 dakika sonra çalışanlar da geldi ve tam 8.00'de otobüslere binmek üzere isimlerimiz okundu. Highland, adı üzerinde İskoçya'nın yukarı, yani kuzey bölgesi... Burası yemyeşil doğası, grift kıyıları, koyun kuzuları, gölleri, şatoları ve göl canavarı ile meşhur, yarı bakir bir alan... Bizim turumuz  
 günlük. Bu bölgeye günübirlik turlar olduğu gibi 5-8 günlük daha içerikli turlar da mevcut.


Turda yaklaşık 20 kişiyiz ve hem şöförümüz, hem de rehberimiz olan Caitlin, 25-30 yaşlarında bir bayan... İlk yalnız turu olduğundan sürekli konuşuyor, tuhaf yerel hikayeler anlatıyor, spotify listesinden İskoç şarkıları dinletiyor ve aynı zamanda şarkı söyleyip ritim tutuyor... Kendisi gerçekten 3 gün boyunca başarılı bir tur yönetti...

Edinburgh şehrinden çıkıp Firth of Forth'un üzerindeki yeni köprüden geçip Victoria döneminin en önemli mühendislik yapıtı olan eski Forth Rail Köprüsü'nün resimlerini çektik. Dunkeld Village'da bir kahve molası verip gerçekten en iyi kahvelerden birini içtik kasabanın mevcut iki mağazasının birinden evimiz için en sevdiğim obje olan İskoç köpeği formunda, ekose bir yastık aldım:)) 2. dünya savaşındaki İngiliz askerlerine ithafen yapılan Commando Anıtını ziyaret edip Forth Augustus kasabasında basit bir öğle yemeği yedik. Bir Ortaçağ kalesini andıran Eilian Donan Castle ise günün en ilgi çekici mekanı idi. Odaları aynen korunup eşyaları ve manken canlandırmaları ile beni adeta büyüledi. İçeride fotoğraf çekmek yasak olduğundan dış mekanını bol bol resimledik. Göl kıyısındaki kale, oldukça şık resimler verdi bize... Yol boyunca Lochness Gölü canavarının hikayesini dinledik ve gözümüze görünmesini umduk. ( Bu arada National Geografic Dergisi canavarın resmini çekene 1 milyon dolar verecekmiş, ve bu yüzden canavarın peşinde olan pek çok maceracı varmış, herkese duyurulur...)


Uzun ve yorucu bir seyehat oldu. Denizin üzerinden köprü ile geçip kuzeydeki Skye Adasına gelmemiz gece saat 20:00'yi buldu... Bu bölgenin en büyük kasabası olan Portree'de kalacağız iki gece ve buradan yine otobüsle çevreyi gezeceğiz. Kasaba, deniz kenarında ve 20 kişiyi aynı anda barındıracak büyük bir oteli olmadığından grubumuz 3 ayrı motele dağılıyor. Bizim kaldığımız ise tam bir aile işletmesi. Karı-koca, kızları ve damatları adeta çevrenizde sizi memnun etmek için yarışıyor. Sabah kahvaltımızda ne yiyip içmek isteyeceğimizi işaretleyip kendimizi dışarı attık. Motelimiz sahile yaklaşık 1 km. uzakta ve bir ormanın kıyısında... Yürüyüş yolunda size tavşanlar ve yeni açmış bitkiler ile birlikte yeşil alanlar eşlik ediyor. 


Deniz kıyısına inip Lower Deck Seafood Restaurant'ta deniz ürünlerinden oluşan yemeğimizi yedik ve günün yorgunluğunu atmak için sıcacık, kaloriferi yanan motelimize döndük. Edinburgh'da montlarımızla idare etmiş, hatta arada sıcakladığımız yerler de olmuştu ancak Highland Bölgesi gerçekten soğuk ve en az 10 derece fark var arada... Bu bölgenin bir de en ilgi çekici yanı her yere yayılan koyun ve kuzular... O kuzulardan birini kucaklayıp mıncıklayamadım ya içimde kaldı. Koyun kuzuların nüfusu, İskoçya halkının 10 katı kadarmış:))

18 Mayıs 2017

Sabah 8.00'de, otel sahipleri tarafından pişirilen bize özel tabaklarımızı yedik. 8:30'da yola çıkıp diğer otellerde kalanları da toplayıp yola koyulduk.




Caitlin maalesef çok iyi dinlenmiş ve sürekli konuşup sürekli hikaye anlatma modunda. Sırasıyla Faerie Şelalesi, Oldman of Storr, Lealt Şelalesi, Wester Ross, denize güzel bir noktadan bakılan Kilt Rock, eski İskoç kır evlerini ve yaşamını birebir gördüğümüz Island Life Museum, muhteşem bahçeleri olan ve yine içini gezebildiğimiz Dunvegan Castle, eski bir kümbetimsi yerleşim kalıntısı olan Dun Baig Brogh, sonsuz gençlik ve güzelliğin yeri olan Sligachan nehri ve en son olarak viski bar gün boyunca ziyaret ettiğimiz yerler oldu. İn bin in bin başımız döndü, gerçek İskoç dilini öğretmeye çalışan ve durmadan konuşan Caitlin başımızı şişirdi ve anca 20:00 gibi otelimize dönebildik. Akşam yemeğimizi yakın bir restaurantta yedik. Portree'de çok fazla restaurant olmadığı ve hepsi birden dolup 21:30 gibi de mutfaklarını kapattıkları için elinizi çabuk tutup biran evvel bir restaurantta kendinizi atmanız ve sıra beklemeniz gerekiyor; yoksa rahatlıkla aç kalabilirsiniz.

19 Mayıs 2017

Sabah yine erken kalkıp dönüş yoluna koyulduk. Armadale Castle, oldukça büyük bahçesi ve müzesi ile görülmeye değer bir yer. Gerçi daha önce gezdiklerimizin aksine bu kalenin sadece duvarları kalmış. Adeta bir tiyatro dekoru gibi ayakta kalmış. Ancak bahçesi o denli ihtişamlı ki gezmeye doyamadık.


Ardından feribota binip Mallaig Kasabasına geçtik. Burası tam bir balıkçı kasabası ve öğlen yemeği için fish&chips tercihimiz... Yemekten sonra Highland gezimizin en can alıcı noktası bizi bekliyor. Harry Potter'ın Hogward Ekspress'ine bineceğiz. Yani buraların en ünlü buharlı trenine... Caitlin bizi yerlerimize yerleştirdi. Trendeki Harry Potter Dükkanından biraz alışveriş yapmayı da ihmal etmedik. Trenin asıl adı Jacobite Steam Train ve yaklaşık 2 saatlik bir yolculuk yapılıyor bu trenle... Trenin içinde mi olmak daha keyifliydi yoksa dışında mı bilemedik. Bir kere müthiş bir deneyimdi... Her yere kömürlerin kurumları yağdı. Çuf çuf ses, rüyalar kadar güzeldi... Dışarıda, geçtiğimiz yerlerde insanlar durup trenin resimlerini çekip el sallıyorlardı; tabii biz de onlara... En mükemmel an ise ikinci filmde Harry ile Ron'un üzerinden araba ile geçtikleri köprüden geçtiğimiz zamandı... O denli keyif aldım ki hiç bitsin istemedim... 



Fort William Kasabasında yolculuğumuz sonlandı ve bize otobüs ile yetişen Caitlin ile buluştuk. Yolculuğumuz akşam 21:00'e kadar sürdü ve Edinburgh'a gelmeden önce sürpriz bir noktada durduk. Burada meşhur İskoç inekleri yakından görme, sevme ve havuçla besleme şansımız oldu. O kadar sevimliler ki doğal saç stillerine hayran olduk...
Edinburg Royal Mile'de tura başladığımız noktada inip yolumuzun üzerindeki İtalyan Lokantasına kendimizi attık. Valizlerimizi kapının dibine koyup pizzalarımızı mideye indirdik ve 23:00 gibi yeni otelimize doğru taksiye bindik. 


Motel One 'da son iki günümüz için yer bulamayınca Edinburgh'un modern bölgesindeki bir otelde yer ayırtmak zorunda kalmıştık. Bu otel, eski bir binada yer alıyor ve odamız 2. katta olup asansör de mevcut değil. Koskoca valizleri o yorgunlukla yukarı kata çıkarmak epey işkence oldu. Ölü gibi uyumuşuz resmen...

20 Mayıs 2017

Bugün yine Edinburgh'u gezmemek için otobüsle Glaskow'a gideceğiz. Yolculuk yaklaşık 2,5 saat sürdü ve Glaskow'da maalesef tüm gün yağmur var görülüyor. 

Otobüsten iner inmez artık burada yaşayan eski bir çalışma arkadaşımızı aradım ve Zaha Hadid'in yaptığı müzede buluşup kahve içmek için sözleştik. Glaskow'u gezmenin en güzel yöntemi yine Hop On Hop Off... Otobüste kendimize kuru bir yer bulup  Riverside Museum'da inmek üzere yola devam ettik. Yaklaşık 40 dakika sonra müzedeydik ve Şebnemle eşi bizi kapıda bekliyordu. Burası bir taşımacılık müzesi ve her türlü eski-yeni seyahat araçları burada sergileniyor. Müzenin içindeki cafede yer bulamayınca dışardaki eski kalyonun içindeki cafede sıcak bir şeyler içtik. 1 saat sonra arkadaşlarımızı yollayıp müzeyi gezdik ve bu hafta sonuna özel yeme içme festivalinde müthiş güzel bir sosis ve makarna yedik... 


Ardından yine otobüs vakti ve soluğu bir diğer cazibe noktası olan Kelvingrove Müzesi'nde aldık. Burada geçici ve daimi sergileri keyifle ve çabucak gezip Dali'nin klasik İsa tablosu önünde şapka çıkardık ve benim sanat tarihi derslerinden bildiğim ve bayıldığım İskoçyalı mimar Mackintosh'un ArtDeco tasarımlarını hayranlıkla gezip kendime tasarım takılarından almayı ihmal etmedim.



 Günü Glaskow'un alışveriş caddesinde noktaladık ve biraz ıvır zıvır alıp ardından bir şeyler içmek için çok şık bir uzakdoğu lokantasında oturduk. Akşam çok geçe kalmadan 18:00 gibi otobüse bindik ve iki buçuk saat sonra Edinburg'a döndük. Doğru Hard Rock Caf'ye gidip şehirden ayrılmadan evvel son tıka basa yemeğimizi de yedik. 

Böylece İskoçya seyahatimizi noktalamış olduk. Edinburgh'a iki tam gün rahat rahat yetti. Glaskow tam bir sanayi şehri ve bize pek sevimli gelmedi. İyi ki burada bir gece kalmayı düşünmemişiz. Highland gezisi ise bambaşka bir deneyimdi. Bizim için epeyce yorucu geçti ama İskoçya'yı tam anlamıyla deneyimlememiz için mükemmel oldu. 


Bu arada gelelim İskoçya hakkındaki bazı gerçeklere...

Nüfusu yaklaşık 6 milyon
Koyun kuzu inek nüfusu 60 milyon
Avrupa'nın eğitim seviyesi en yüksek halkı. Ülkede 19 ad. üniversite var ve bunların binaları Harry Potter'ın Hogwards Okulu'na ilham vermiş.
Ülkeye bağlı 790 adacık var ve bunların sadece 130'unda yerleşim var.
İskoçya'nın resmi sembolü tek boynuzlu at "unicorn"
Ulusal çalgısı gayda ve Edinburgh'da sokakta görevli gaydacılar var.
O her yerde görünen sarı çiçekler deve dikeni imiş ve toplamaya kalkınca ele fena batıyor.
15. yy.da İrlanda'da üretilmeye başlanan ve 100 sene sonra İskoçya'ya gelebilen viski, milli içeceği olmuş.
İskoçya'da viski ucuz bir şey değil ve diğer Avrupa ülkelerinden daha ucuza aynı viskiyi temin edebilirsiniz.
Erkekler özel günlerde Kilt adı verilen özel bir etek giyerler ve bu eteklerin desenleri hangi bölge veya aileden olduklarını belirtir.

K.Rowling dünyaca ünlü Harry Potter serisini Edinburgh'da Elephant House isimli bir kafeteryada yazmıştır. (-ki çok istediğim halde burayı ziyaret edemedim )
Highland Bölgesi James Bond çekimlerine sahne olmuştur. Özellikle de Elian Donnan Kalesi.


8 Haziran 2017

Eyfel Kulesi Kadar Kocaman Bir Bulutu Yutan Küçük Kız - Romain Puertolas


"Eyfel Kulesi Kadar Kocaman Bir Bulutu Yutan Küçük Kız" Fas'lı Zehra ile Paris'li kadın postacı atebligat'ın yolu bir hastane koğuşunda kesişir. Küçük kız, doğduğundan beri akciğerlerinden problemlidir. Babasını hiç tanımadığı gibi annesi de onu doğurduktan hemen sonra ölmüştür. Zehra'nın doğduğu günden beri hayatı ilaçlar ve tedavilerle geçmektedir. Tebligat, Fas'a yaptığı turistik bir gezi sırasında apandisitinin patlaması sonucu aynı hastanede ameliyat olmak zorunda kalır ve küçük kıza adeta aşık olup onun annesi olmak ister. 
Tebligat, Zehra'yı evlat edinip Fransa'ya getirmek için havaalanına gittiğinde İzlanda'daki yanardağ faaliyete geçer ve serserice dolaşan kül bulutları nedeniyle hava trafiği aksar. Zehra'ya söz vermiş olan tebligat uçmayı öğrenerek Fas'a ulaşma yolunu dener. Bunun için Paris'teki bir Tibet Tapınağının rahiplerinden eğitim alır... Wii oyunundaki tavuğun kanat çırpları eşliğinde kısa sürede uçmayı öğrenir ve başına gelen türlü absürd olaylara rağmen zamanında Zehra'ya ulaşıp onun hayatını kurtarmayı başarır... 
Son 20 sayfaya kadar aynen bu hikayeyi okuyup modern bir masal mı acaba bu nasıl bir roman diye düşünürken tam ters köşeye yatıran sonu ve iç acıtan hikayesi ile beni çok etkileyen bir kitap oldu "Eyfel Kulesi Kadar Kocaman Bir Bulutu Yutan Küçük Kız"... Romain Puertolas oldukça akıcı, sıcacık ve ilginç bir kurguya sahip bir roman yazmış. İçindeki bilgiler, güncel konular ve hikayeler de cabası... 
Ben çok sevdim. Sakın başlayıp da ne tuhaf bir kitap bu, deli saçması diye bir köşeye atmayın... Sonuna kadar sabredin ve gerçekten hoş bir deneyim yaşayın...


La Petite Fille Qui Avait Avale un Nuage Grand la Tour Eiffel



4 Mayıs 2017

Nadia'ya Sözüm Var - Zana Muhsen



2000 yılında yayımlanan “Nadia’ya Sözüm Var”, 1994 senesinde yazılan “Annemi Bir Kez Daha Görebilsem” kitabının devamı… Zana Muhsen, kız kardeşinin ve kendisinin yaşadıklarından yola çıkarak yazmış kitapları…
Anneleri İngiliz olan Zana ve Nadia’nın babaları Yemenli ve iki kız 14-15 yaşlarındayken onları tatile götürme bahanesiyle alıp Yemen’e götürüyor ve çocuk gelin olarak evlendiriyor. Erkeklerin egemen olduğu bir ülkede, baskı altında yaşayıp birbiri ardına çocuk doğuruyorlar… 10 sene sonra, annelerinin yoğun çabasıyla çocuklarını geride bırakmak uğruna evlerine dönme şansını elde ediyorlar ve  Zana buna razı olup ülkesine geri dönüyor ve oğlunu geride bırakıyor. Nadia ise evlatlarını bırakamıyor.
“Nadia'ya Sözüm Var”, Zana ile annesinin Nadia’yı da kurtarmak için verdikleri 8 yıllık mücadeleyi anlatıyor. Nadia ile olan kısa görüşmelerin ve telefon konuşmalarının yürek burkan anları… Nadia, 20 senede 6 çocuklu yaşlı bir kadına dönüşmüştür. Yaşadığı hayattan kurtulmaya umudu olmadığı gibi yaşama karşı bir tutkusu da kalmamıştır. Zana ve annesi onu tekrar hayata ve yurduna döndürmeye çalışır. Bu süreçte onlara yardımcı olan gazeteciler, televizyoncular ve halktan insanlar olduğu gibi onların durumlarından faydalanmak isteyen dolandırıcılar da vardır…




Gerçek bir yazar tarafından kaleme alınmadığı için edebi değeri olmamakla beraber iç burkan gerçek hikayesiyle ilgi çeken bir kitap… Çok araştırdım ama Nadia’nın ülkesine döüp dönmediği hakkında beni tatmin eden bir cevaba ulaşamadım henüz…


A Promise to Nadia