28 Ocak 2017

Jackie


2017'nin Oscar adayları geçtiğimiz günlerde açıklandı. Natalie Portman, Jacqueline Kennedy'yi canlandırdığı Jackie filmiyle yine en iyi kadın oyuncu kategorisinde aday olmayı başarmış. Film,  Başkan John F. Kennedy'nin 1963'te Dallas'ta uğradığı suikast sonucu ölümünü, eşi Jackie Kennedy'nin tarafından anlatıyor. 2 senedir Beyaz Sarayda olan Kennedy, öldüğünde yanlış politikaları yüzünden oldukça eleştirilmişti. Bir First Lady'nin görevleri nelerdir?, eşinden sonra ne zamana kadar saltan atına devam edebilir?, hayatını nasıl idame ettirebilir?... 

 


 Suikast gününü tüm vahşetiyle yaşarız, kocasını kaybeden bir kadının ruh halini, First Lady'likten aşağı düşmenin hezeyanlarını, dünyaya hükmeden birinin karısı olarak yaptığı ve yapmak zorunda olduğu davranışları, ölen bir başkanın cenaze töreni için verdiği savaşları, her şeye rağmen korumaya çalıştığı aile kavramını, ruhu travma halindeyken sergilemek zorunda olduğu dik duruşu, film, eşinin ölümünden 1 hafta sonra Life Dergisine verdiği röportajın çerçevesinde anlatıyor. Filmin bir yerinde Jackie, oldukça kadınsı bir saflıkla "artık nasıl geçineceğim?" diye soruyor. Kimbilir eşinin ölümünden beş sene sonra multimilyoner Onassis ile evlenmesinin asıl sebebi budur belki...
Natalie Portman, ağlamaklı yüz ifadesi ile role "cuk" diye oturmuş. Oscar alır mı? Sanmıyorum. Keşke neşeli filmleriyle tanınan başka bir oyuncuyu tezatlık olsun diye bu filmde oynatsalarmış da performansına gerçekten harika kalındığı için bu ödülü hak etseymiş. Yani film ve oyunculuk sizi hiç şaşırtmıyor. Filmin belgesel tadında olması ise tam bir hayal kırıklığı. Keşke daha akıcı bir senaryoyla izleyiciyi sürükleseymiş. 


21 Ocak 2017

Dorian Gray’in Portresi - Oscar Wilde


Her konuda haz tutkunu olan Lord Henry Wotton, ressam arkadaşı Basil’i atölyesinde ziyaret eder ve o esnada modellik yapan Dorian, eşsiz güzelliğiyle onun ilgisini çeker. İkili, Dorian’ın gençlik ve güzelliği üzerine felsefi bir tartışmaya girer. Bu durumda Dorian, geçici gençliği için hayıflanmaya başlar. "Keşke tersi olabilseydi! Keşke her zaman genç kalacak olan ben olsaydım da portrem yaşlansaydı! Bunun için... bunun için her şeyi verirdim!" Siz hiç ruhunuzu şeytana satmak istediniz mi? Dorian Gray bunu ister ve başarır… O artık hep cazibesini korur ancak evine getirip bir odada sakladığı portresi, her yaptığı kötülükle ve düşünceyle çirkinleşir, yüzüne bakılmaz hale gelir. Portre, Dorian’ın içinin kötülüğünün adeta bir yansıtması olur. Bu durum, yıllar geçtikçe Dorian’ın sinirlerini bozmaya başlar, gitgide duygularına hakim olamaz duruma gelir. Bir gün Basil, portredeki sırrı keşfeder ve bu onun sonu olur. Artık Dorian için de saplandığı bataktan kurtuluş imkanı kalmamıştır.

“Dorian Gray’in Portresi”, eşcinsel suçlamalarıyla dışlanan Oscar Wilde’in tek romanı. 1891 yılında, ilk kez edebiyat dergisi Lippicott’da tefrika olarak yayınlanan kitap zamanında eleştirmenler tarafından yerden yere vurulmakla kalmamış eşcinsellikten açıkça bahsettiği gerekçesiyle sansürlenmiş, Wilde, sonunda eşcinsel olduğu gerekçesiyle hapse mahkum edilmiş. Cezasının bitimiyle adını değiştirip Fransa’ya yerleşen yazar orada sefalet içinde ölmüş.

Oscar Wilde,” Dorian Gray’in Portresi” romanında yer alan üç ana karakter için “Basil, benim olduğumu sandığım kişi, Lord Henry, dünyanın benim olduğumu sandığı kişi, Dorian ise başka bir hayatta olmak istediğim kişidir. Gençlik, haz duygusu, güzellik, çirkinlik, iyilik, kötülük, yaşlılık, dostluk, düşmanlık, ölüm, yaşam, ahlak ve ahlaksızlık üzerine akıcı bir şekilde felsefe yapılan bir kitap olan “Dorian Gray’in Portresi”, zamanının en cesur romanlarından biri olarak klasiklerin başında yer almayı yüzde yüz hak ediyor. Muhakkak okunmalı diyorum.


 The Picture of Dorian Gray


Olanlar Oldu


Senaryo, deniz tutkusuyla bilinen Ata Demirer’e ait… İki başrolde de (Hem Zafer, hem de Zafer’in dağ gibi annesi Döndü) Ata Demirer oynuyor… Mekan, Ata Demirer’in kendi teknesi Küheylan… Yönetmen, “Eyvah Eyvah” serisinin de yönetmeni olan Hakan Algül… Yapım şirketi, BKM Film… Yer, Ege’nin en güzel sahil kasabalarından biri olan Seferihisar ve Ege’nin mavi suları… Tüm bunlar birleşince de ortaya görülebilir nitelikte, sıcacık, gülümseten bir film çıkıyor.




Zafer, Ege sahillerinde günlük ve haftalık tekne turları yapan bir kaptan. Tekne, kendisine babasından yadigar kalmış. Annesi Döndü ise kızı ve damadının yardımıyla hem şirin bir lokanta işletiyor hem de küçük ama temiz bir pansiyon… Oğlunun mutlu olmasını isteyen Döndü, onun eski kız arkadaşı Mehtap’la barışması için elinden geleni yapıyor. Kızın babası olan ve kendisine gençliğinden beri tutkun olan Salih Kalyon ise Döndü’yü elde etmek için her çareye baş vuruyor. Bu arada tatil için kasabaya gelen dizi oyuncusu Aslı (Tuvana Türkay) ve arkadaşları, Zafer’in teknesiyle günlük tura çıkıyor ve bu da Zafer için yeni ve saf bir aşkın başlangıcı oluyor. Aslı’nın eski sevgilisi gıcık Serkay (Toprak Sergen) da ortaya çıkınca cümbüş başlıyor…

Doğrusu şu ki bu filme beklentilerinizi yüksek tutarak gitmeyin. Denizi seviyorsanız, Ege’nin ve insanının her türlü sıcaklığına bayılıyorsanız, biraz olsun gülmek istiyorsanız, samimiyet arıyorsanız ve Ata Demirer’e özgü komedi anlayışına aşinaysanız gidip görün ve çok keyifli dakikalar geçirin. İnanın filmin sonunda biran önce yaz gelsin isteyeceksiniz… 
Bu arada ben filmin "Eyvah Eyvah" serisi gibi devamının geleceğini düşünüyorum. Bu filmden daha çok hikaye çıkar...

13 Ocak 2017

La La Land (Aşıklar Şehri)


Müzikallere alerjim var!... Evet yanlış okumadınız. Filmin senaryosu normal akışında seyrederken baş roldeki kadın veya erkek oyuncunun birden şarkı söyleyip dans etmeye başlamasına illet oluyorum. İşte "La La Land" de böyle bir sahne ile başladı. Sıcak bir yaz günü Los Angeles kara yolunda kalabalıktan ilerleyemeyen arabalar ve müzikle birlikte şarkı söyleyip arabalarının üzerinde dans eden tüm bir otoban dolusu insan… “Eyvah” dedim, “bu film bitmez”… Neyse ki Sebastian (Ryan Gosling) ve Mia (Emma Sone)'un yolu günümüze uygun bir şekilde kesişti (!) ve sahne sona erdi... (Laf aramızda bu sahne ileriki yıllarda en güzel film sahnelerinden biri olarak gösterilecek; bunu da adım gibi biliyorum.)
Sebastian, caz müziği tutkunu bir piyanist. En büyük hayali, engelsizce müziğini yapabileceği kendi caz kulübünü açmak. Mia ise hem Warner Bross Film Stüdyolarının kafesinde çalışıyor, hem de hayali olan oyunculuğun peşinde sürekli seçmelere katılıyor. İkilinin yolu bu sanat çevresi içinde aralıklarla kesişiyor ve sonunda beraber bir hayat yaşamaya başlıyorlar. Ancak gerçekleşen ve gerçekleşemeyen istekler, hayal kırıklıkları, başarı ve başarısızlıklar, iki sevgilinin yollarını ayırıyor. Benim krize girdiğim sahneler, film boyunca arada bir kendini göstermeye devam ederken ben de yavaş yavaş filme adapte olup keyif almaya başlıyorum. Çünkü "La La Land" gerçekten çok naif bir film. Aslında günümüzde geçse de 50’li, 60'lı yılların klasikleşen filmleri havasını sonuna kadar koruyor. Kıyafetlerde ve mekanlarda o nostaljik hava oldukça güzel sunuluyor. Dünyada gereken ilgiyi göremeyen caz da işin içine girince karşımıza şimdiden klasikleşmeye aday bir film çıkıyor. Bir de insanın içine işleyen bir son sahne var ki, hayatta küçük diye nitelendirebileceğiniz seçimlerin bile hayatımızı nasıl etkileyebileceğini çok naif bir şekilde işliyor.


Filmin oyuncuları Ryan Gosling ve Emma Stone, birbirleriyle müthiş bir uyum sağlarken içe işleyen ve yetenek kokan oyunculuklarıyla filmi top noktaya taşıyorlar. Filmin hem senaristi hem de yönetmeni olan Damien Chazelle’yi “Whiplash” filmi ile çok beğenmiştim. Chazelle, iki filmde de caz müziğine ve sanata olan tutkusunu çok etkili bir şekilde perdeye yansıtırken, J.K.Simmons’a La La Land’de verdiği minik ama etkili rol ile de gereken ilgiyi çekmeyi başarıyor. Yönetmen sayesinde ben bile çok sevmediğim caz müziğine alışma turları atıyorum… Her iki filmin de soundtrackleri gerçekten dinlenmeye değer… (Yanda, La La Land'in albümünü Spotify üzerinden paylaştım)



La La Land, bence bu senenin en iyi filmi. Altın Küre’de aldıkları ödüller de bir nevi gelecek Oscar’ların habercisi. Bence film, yılların tutkulu sinema seyircisine bir armağan. Hem klasik filmlere, hem romantizme, hen de sanatın tüm dallarına (-ki filmde tiyatro var, senaryo yazmak var, beste yapmak var, enstrüman çalmak var, dans etmek var, oyunculuk var) saygı çerçevesi içinde dokunan film, “sanatı özetle” diyen birine önerilebilecek bir eser… Bu arada Stone ve Gosling, rollerini başarıyla canlandırabilmek için sayısız dans dersleri almış ve Gosling de piyano çalmayı öğrenmiş. Ben çok sevdim… Mutlaka izleyin derim…

6 Ocak 2017

Müttefik - Allied


Şu aralar o kadar çok sinemaya gittik tüm filmler tükenince sıra Brad Pitt ve Marion Cotillard’ın başrollerinde olduğu Müttefik (Allied) filmine ister istemez sıra geldi. Bir kere film popüler… Neden mi? Çünkü filmin çekimleri sırasındaki bir aşk dedikodusu yüzünden Brad Pitt ve Angelina Jolie boşandılar… Brangelina efsanesinin  başlangıcının da yine bir casusluk hikayesinin konu edildiği Mr.&Mrs. Smith filmiyle olduğuna bakılırsa ateş olmayan yerden duman çıkmaz diyorum.
Neyse biz gelelim filmimizin konusuna: 2. Dünya Savaşı sırasında Fas’ın Casablanca şehrinde Kanadalı Max Vatan ve Fransız Marianne Beausejour adlı iki casusun yolları kesişir. Karı-kocayı oynayan çiftin görevi Nazi Alman elçisini öldürmektir. Görevlerini başarıyla gerçekleştirirler ve birbirlerine aşık olup evlenir ve Londra’ya yerleşirler. Max Vatan, casusluk görevine devam ederken karısı Marion ev hayatını seçer, İkilinin bir de kız çocukları olur. Ancak çiftin mutlulukları çok fazla sürmez, casus olmak kolay değildir. Devlet sırları, geçmişin ve şimdinin yalanları acı sonu hazırlar.

1994 tarihli Forrest Gump filmiyle Oscar alan Robert Zemeckis’in yönettiği filmin senaryosunu Steven Knight yazmış. İki ünlü oyuncusuyla da epey iddialı bir film olan Müttefik, maalesef benden iyi not alamadı. İlk yarıda o denli sıkıldım ki bu da ikinci yarıda daha çok aksiyon ve ilginç bir şeyler olacak beklentimi tetikledi. Maalesef ikinci yarı da oldukça vasat geçerken filmin sonunda artık eh bari bir aksiyon olsun diye mi ağladım yoksa gerçekten mi duygulandım ben bile bilmiyorum. Filmin, o garip filtreyle çekilmesinin ise bence iki sebebi olabilir: 1-1940’lı yılları çağrıştırmak için 2- Brad Pitt, genç ve pürüzsüz görünsün diye… Bu arada zaten Pitt’in oyunculuğundan hiç hazetmem. Canım Marion Cotillard da bu filmde en az onun kadar kötü ve ruhsuz. Sanki filmde ikisi de zorla oynamış… Yine de ikilinin hayranlarına engel olmayayım. İyi seyirler…