17 Nisan 2017

36. İstanbul Film Festivali ve 12 Film

Bu sene biraz inatçı bir festival seyircisi olmaya karar verdim. O yüzden tam bir pazar gününü festivalin kitapçığını ipad'den takip edip filmleri işaretleyerek ve birbiri ardından biletix'den bilet almaya çalışarak geçti... Ve biletix bana hep arka sıralardan ve en uçtan bilet vermeye devam etti; ben de almaya... Seneye bu çalışmayı yapıp ertesi gün gişeden biletimin yerini görerek almaya karar verdim. İlla Lalekart sahibi mi olmamız icap ediyor acaba...


Neyse tam 12 filme gittik bu sene... Her gün  iki seansa bilet aldığım da oldu ve bu 3. gün üstüste tekrarlayınca biraz yorucu bir durum oluşturmaya başladı... Seneye iki seansa bilet alırsam eğer biri gece biri öğlen seansı olacak o kesin... Bir kere 11:00 seansına gitmek günden tasarruf etmenizi sağlasa da kahvaltı edip apar topar film seyretmek pek iç açıcı değilmiş ona karar verdim. Bir de 16:00 seansları var ki eğer apar topar yetişmişseniz ve film de biraz ağırsa muhakkak ufak kestirmeler yaşanıyor... Bu da pek hoş olmadı... Neyse yaşadıklarımızdan ders alalım diyor ve bu senenin filmlerine geçiyorum...


Gümüş Küre

Geçen yıl hayatını kaybeden Polonyalı usta yönetmen Andrzej Zulawski’nin "Gümüş Küre" filmine, kitapçıkta "İzleyiciyi eşi benzeri olmayan bir sinemasal evrene davet eden film, perdede görülmesi gereken devasa bir görsel şölen" yazdığı için bilet almıştım. 


Film, 1977 yılında çekilmeye başlanmış ancak o zamanın komünist rejiminin baskısıyla tamamlanması engellenmiş tam 10 sene sonra ise yönetmenin büyük inatçılığıyla dörtte üçü tamamlanabilmiş ve bir kısmı yakılmış olmasına rağmen dış sesler yardımıyla bitirilmiş. Eğer dört dörtlük tamamlanma olanağı olsaydı  2001:Uzay Yolu Macerası filmiyle eşdeğer tutulabileceği ileri sürülen "Gümüş Küre"nin konusuna gelince: Bir astronot ekibi başka bir gezegene gider ve burada gerçek üstü bir dünyada dinsel bir koloniyi ve komünist anlayışın komün düzene etkilerini kendi kamarasından görüntüler... 
Karanlık sahneler, tuhaf yaratıklar, vahşet, İsa'nın çarmıha gerilişini anımsatan sahneler, komünizm felsefesi, ciyak ciyak ne dediğini anlamadığımız diyaloglar yapan ve hiç susmayan başrol oyuncusu... Bana kalsa sonuna kadar izlerdim ancak Ali "çıldırmak üzereyim, çıkalım mı diye sorunca son yarım saat kala dışarı çıktık... 
Bu arada ben bu film festivallerinde kapıyı vurup çıkan izleyiciyi hep yadırgamış ve şımarık bulmuşumdur. Sonuçta ortada bir emek var ve sinema sever de öyle ya da böyle sonuna kadar sabretmeli diye düşünürüm hep... Biz de ilk kez sevmediğim şekilde davrandık... Üzgünüm Zulawski...

Hayalet Hikayesi

2016 CANNES En İyi Yönetmen

Özgün adı "Personal Shopper", olan Olivier Assayas'ın "Hayalet Hikayesi" filmi yönetmene Cannes'da ödül kazandırırken ilk izlenimde yuhalanıp ikinci gösterimde 4 dakika ayakta alkışlanarak izleyiciyi ikiye bölmüş...Kristen Stewart'ın tüm doğallığıyla canlandırdığı Maureen, ikiz erkek kardeşini bir kalp problemi yüzünden yeni kaybetmiştir. İki kardeş de medyumluk yeteneklerine sahiptir ve ölmeden önce birbirlerine bir söz verirler... Kardeşlerin hangisi önce ölürse diğerine öbür dünyadan işaretler getirecektir. Maureen, geceleri, çocukluğunun geçtiği evde kardeşinden haber almayı beklerken bir yandan da ünlü bir modelin kıyafet ve mücevher alış verişlerini yaparak hayatını kazanmaktadır. Bir gün Maureen, kimliği belirsiz bir varlıktan telefon mesajları almaya başlar ve bu durum hayatında geri dönülmez değişiklikler yaratır... 

Filmi çok sevdim... Filmdeki hayaletlerden hiç ürkmedim. Hatta Maureen'in kardeşinden işaret almasını ondan çok istedim... 

Ben Madame Bovary Değilim
2016 SAN SEBASTIAN En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu
2016 TAİPEİ En İyi Yönetmen, İzleyicinin Seçimi
2016 TORONTO FIPRESCI Ödül
ü


Çinde, farklı bir adalat sistemiyle yüz yüzeyiz. Aile, kutsal bir kurum ve ailenin birliği ve huzuru büyükten küçüğe tüm sosyal birimlerin en önemli görevi... Kırsal kesimde kocasıyla anlaşmalı bir boşanma yaşayan kadın, kocası tarafından kandırılır ve aldatılır. Kadına ise haysiyetini korumak ve kocasından intikam almak için ülkenin adalet sisteminin başındakileri dahi alarma geçirir. Kadının problemi, 10 sene boyunca tüm ülkenin problemi olur... Ta ki kocası ölüp davası kendi kendine bitene kadar...
Köylü bir Çinli kadının Pekin'e kadar giden adalet savaşı... Ben filme bayıldım. Özellikle kırsal kesimde geçen sahnelerin dairesel bir objektiften yansıtılmasını, masalsı pastoral manzaraları çok beğendim ve inanın 128 dakikalık film hiç bitmesin istedim... Sonundaki acı gerçek ise kadının haklı inatçılığını sonuna kadar haklı gösteriyor... Yönetmen, kara mizahıyla tanınan Feng Xiaogang, ödüllü kadın oyuncu ise Fan Bingbing... 

Safari

Rahatsız edici filmleriyle meşhur Ulrich Seidl’ın "Safari" filmi, Afrika'ya av turizmine giden Avrupalı turistleri ve bundan para kazananları, Afrikalı yerli çalışanları ve avcılığın tüm vahşiliğini anlatıyor.
Zebraların, zürafaların, impalaların, nesli tükenmekte olan hayvanların zevk uğruna, kendi doğal ortamlarında nasıl acımasızca öldürüldüğü, bir de marifetmiş gibi poz poz fotoğraflandığı, oranın yerlilerince nasıl derilerinin soyulduğu, başlarının doldurulup evlerinin salonunda sergilendiği, insanoğlunun vahşetinin uç noktalarını anlatan, ırkçılığa da değinen insanın midesini alt-üst eden bir film... 
Nefret ettim. Zaten film değil de belgesel desek daha doğru olur. Sonuna kadar gözümü kırpmadan seyrettim ve sinirlerim bozuldu...

Fransızlar

Eski bir belgesel yapımcısı olan Raymond Depardon ve onunla beraber uzun süredir çalışan ses kayıtçısı  Claudine Nougaret, ülkelerini baştan sona karavan ile gezip küçük kasaba ve köylerde duraklayıp o bölgenin sakinlerini karavana davet edip sohbetlerini kameraya almış.  Mesela; doğacak çocukları hakkında konuşan bir çift, çevrelerindeki kızlar hakkında ileri geri konuşan iki Afrika kökenli ergen, daha iyi bir eğitim için evinden ayrılmak zorunda kalan bir genç ve babası, iki çocuğunun geleceği için konsomatrislik yapan genç bir kadının arkadaşıyla diyalogları, kızının mürüvvetini görmek isteyen Müslüman bir anne, oğlu Paris'te çalışan Nice'de oturan bir aile, v.b.... 
Fransa'nın çeşitli bölgelerinde, değişen iklim, çevre, ortam, evler, sokaklar ve aksanlar çerçevesinde 84 dakikalık bir Fransa turu... Oldukça sıkıcı ve benim hiç ilgimi çekmeyen bir film... Neden mi bilet almıştım? Konusuna bakınca Fransa'nın kırsal kesiminden nefis manzaralar eşliğinde minik hayat hikayeleri izlerim diye...

Manifesto
Cate Blanchett'in 13 ayrı karakteri canlandırdığı Manifesto filmi bu seneki festivalin en çok ses getirecek filmlerinden biri olarak kabul ediliyordu. Bu filme hiçbir şekilde bilet bulamadım ve ben de son dakika biletlerinde şansımı denemeye karar verdim." Son dakika bileti" ne mi oluyor? Film davetiye veya satılan biletlerle ful dolu oluyor. Siz de filmin başlamasından yarım saat önce kuyruğa giriyorsunuz- ki Manifesto için en az 150 kişi sıraya girmişti... Tam film başladığında bilet satışı başlıyor. Zahmet edip sıraya girenlerin hiç biri biletsiz kalmıyor ancak içerde gelmeyenlerin yerlerine ve ya en kötü şıkta merdivenlere oturmayı göze almanız gerekiyor. Ben de numarasız biletlerimi aldım ve içerde gelmeyenlerin yerine oturduk... (Laf aramızda oturduğum en iyi yer oldu diyebilirim. Çünkü Biletix ısrarla en arka sıralarda ve en uç yerlerde- en iyi yer olarak verdiğini hatırlatırım- bana bilet satmakta ısrarcı oldu bu festival ve ben de elim mahkum aldım. Bir dahaki sefer internetten bilet almak yerine daha önce çalışmamı yapıp gişeden bilet almayı deneyeceğim. Ayrıca geçtiğimiz aylarda CKM'den aldığım yine bir sinema bileti için K1-2 yi vermişti ve koskoca konser salonunda sadece 30 kişi vardı... Ne komik değil mi? Acaba bir dahaki sefere başka bir isimle mi bilet alsam?
Neyse gelelim Manifesto filmine... Manifesto,  Alman sanatçı Julian Rosefeldt’in geçtiğimiz yıl büyük bir başarı kazanan video art enstalasyonunun, uzun metrajlı hali imiş...Yetenekli ve Oscarlı oyuncu Cate Blanchett, canlandırdığı 13 karakterle sürekli konuşuyor ve benim kesinlikle anlamakta zorluk çektiğim ve hatta hiç anlamadığım diyaloglar ve monologlar yapıyor. Efendim bunlar sanat tarihine yön vermiş çeşitli manifestolarmış. Ben dediğim gibi filmden hiçbir şey anlamadım, sadece Cate Blanchett'in mimiklerini izledim. Daha sonraki günlede birkaç kişinin konuşmasına kulak misafiri oldum ve hep aynı şeyi duydum: "Manifesto ilginç bir filmdi ama pek bir şey anlamadım"... 

Apne
Céline, Thomas ve Maxence üçü birbiriyle evlenmek ister. Hiçbir belediyenin böyle bir şey için yetkisi yoktur. Evlenmek için iki kişi gerekmektedir. Karşı cinsten veya aynı cinsten... Üçlü, değişik fikirleriyle yola çıkar... Önce sakince bir ev bulup birlikte yaşamaya karar verirler. Ancak küçücük daireye dünyanın parası ve ayrıca da kiranın en az üç katı gelir istenince önce çılgın iş fikirleri için kredi almaya çalışırlar... Bu konuda geri çevrilince de soygun yapmaya kalkışır, polislerden kaçarken onlarla kanka olup içki içer, yaşlı bir karı kocaya Tanrı misafiri olur, terk edilmiş bir sahil köyüne yerleşir, deve kuşlarıyla alış veriş eder, bir rahibi ayartır ve çarmıha gerilmiş İsa'yı azat ederler... 
Jean-Christophe Meurisse'nin yönettiği, absürd bir komedi... İçinde felsefi bir takım değinmeler ve evlilik kurumunun eleştirisi de var... Bu çılgın komedi doğrusu bende pek bir iz bırakmadı... Seyredilmese de olurmuş...

93 Yazı
2016 Berlin Jüri Büyük Ödülü (Generation)
GWFF En İyi İlk Film Ödülü
2017 Uluslararası Altın Lale Jüri Özel Ödülü



 Annesi ve babası hayatını kaybedince 6 yaşındaki Frida'yı dayısı evlat edinir. Küçük bir kızları da olan aile, Frida'ya ihtiyacı olan sıcak ortamı vermek için ellerinden gelen her şeyi yapar. Frida, yeni ailesine ve kır yaşamına alışmaya çalışırken annesinin ölümünü de sorgulamaya başlar. O yaşta bir çocuk için tüm bu değişimi ve temelindeki acıyı kabullenmek oldukça zor olacaktır...
Katalan yönetmen Carla Simon'un "93 Yazı" filmi bence festivalin en güzel filmlerinden biriydi. Kesinlikle duygu sömürüsüne kaçmayan filmi seyrederken çok keyif aldım ve sonunda Frida'nın o küçük yüreğindeki büyük acıyı onunla birlikte derinden hissettim... Film, “Yaralı bir çocukluk anına, kolay bir duygu boşalımı getirmeden incelikli bir şekilde eğildiği için”  festival sonunda Uluslararası Altın Lale Yarışması Jüri Özel Ödülü'nü de aldı. Eğer bir yerlerde rastlayıp seyretme şansınız olursa kesinlikle kaçırmayın...

Bir Yıldız Dönüyor
63 yaşındaki Fransız oyuncu Isabelle Huppert'i Oscar'a aday olduğu Elle filminden sonra bu kez eski bir şarkıcıyı canlandırdığı  Bir Yıldız Dönüyor (Souvenir) filmi ile izledik. Sırf bu filme gidebilmek için diyetisyen randevumu iptal ettim ve hiç pişman değilim. Bir Yıldız Dönüyor festivalin en sabun köpüğü filmlerinden biriydi ama izlemesi oldukça keyifliydi.
Liliane, sahne adı Laura ile yıllar önce Eurovision Şarkı Yarışmasına Fransa adına katılmış ve birinciliği ABBA'ya kaptırmıştır. Daha sonra kariyerinde ciddi bir düşüş yaşayan yıldız, menajeri ve aynı zamanda hayat arkadaşı olan Tony Jones'un da ona sırt çevirmesiyle şarkıcılığı tamamen bırakır ve bir kaz ciğeri fabrikasında çalışmaya başlar. Yıllar sonra, aynı fabrikada çalışan genç bir boksörün kendisini tanımasıyla hayatı yeni bir boyut kazanan Lilian, eski şan ve şöhretinin peşine düşer... Şarkılar, Pink Martini'nin olup bir de karşınızda doğal bir yıldız varsa bu yeniden doğuş hikayesi kendini güzelce seyrettiriyor... Tüm gün filmin melodileri kulağımdan gitmedi. Huppert'in şarkı söylerkenki el ve mimik hareketleri ise gerçekçi bir Eurovision koreografisiydi diyebilirim...

Edepliler
2017 Diagonale (Graz) Büyük Ödül

2016 TORİNO Jüri Özel Ödülü



 Belen, büyük ve lüks evlerle dolu bir sitede bir anne ve tenisçi oğlunun paylaştığı evde hizmetçilik yapmaya başlar. Sitenin güzenlik görevlisi ile de ufak çaplı bir gönül macerası yaşarken yandaki arazide olağanüstü bir durum keşfeder. Orada, güvenli duvarların içinde ayrı bir hayat vardır. Nüdist bir komün, kendi kuralları çerçevesinde sessiz ve sakin bir hayat sürmektedir. Lüks sitedekiler, bir müddet sonra bu kendi halindeki toplulukla uğraşmaya başlar. Artık Belen'i de aralarına alan nüdist topluluk ise bu duruma cevap vermekte gecikmez. Ortalık kan gölüne döner ve film biter...

Benim oldukça sıkıldığım, tuhaf sonunun da hiçbir şey ifade etmediği Edepliler, gerçek bir festival filmi... Çıplaklık var, nüdistlerin gizli dünyası var, cinselliğini keşfetme çabasındaki hizmetçi kadın var, aralarında müthiş bir gerilim olan burjuva bir anne-oğul var, nedensiz bir şiddet var... Meraklısına..

Ateş Serbest
2016 Toronto Halkın Seçimi

1972 doğumlu İngiliz Yönetmen Ben Wheatley'e yeni Tarantino gözüyle bakabiliriz artık. Ateş Serbest, tek bir mekanda geçiyor.  Boston, 1978 yılı, on iki erkek ve bir kadın, silah ticareti yapmak için terk edilmiş bir depoda buluşuyor. Ortada silahlar ve bir çanta dolusu para var. Birden ortam lüzumsuz bir sebepten geriliyor ve mermiler vızıldamaya başlıyor. 
Sert espriler, aşırı öfke, lüzumsuz bir şiddet, kan, ölüm,  aksiyon, retro kıyafetler,  şapşal erkekler ve kendini akıllı zanneden bir kadın... Bir zaman sonra kimin hangi taraftan olduğu ve kimin kim olduğu karışıyor. Bu gişe filmi doğrusu festivale yakışmamış.  Seyircilerin ise  şiddet sahnelerine olur olmaz kahkahalarla gülmelerine ise bir anlam veremedim.  

Dünyamın Merkezi
2016 FLORANSA KUİR En İyi Film

Annesi ve ikiz kız kardeşiyle yaşayan 17 yaşındaki Phil, yaz kampından döner ve evde bir takım tuhaflıklar hisseder. O yokken çok kuvvetli bir fırtına çıkıp tüm bahçeyi tarumar etmiş ve kız kardeşi iyice kendilerinden uzaklaşmıştır. Annesi ise her şey yolundaymış gibi davranmaktadır.  Phil, o sene okulda bir erkek arkadaş edinir. İlk aşkın verdiği heyecan ve hayal kırıklıkları, kardeşi ve annesi arasındaki ilişkiler ve annesinin yeni erkek arkadaşı ergenlik çağındaki Phil'i çepeçevre sarar. 
Dinamik müzikler, naif bir eş cinsel aşk hikayesi, birbirine bağlı bir çekirdek aile... Babasının kim olduğunu bilmeden büyüyen iki çocuk ve onların sıra dışı annesini küçük bir kasabadaki yaşamları... Yönetmen Jakob M.Erwa, Seinhöfel'in romanından uyarlamış bu filmi... Romanın haklarını satın alabilmek için tam 8 yıl beklemiş. Yönetmene göre eşc inselliği sorun olarak değil de doğal bir olay olarak ele alan kitabın filmini çekmek onun hayal projesi olmuş. 
Dünyamın Merkezi, dinamik soundtraki ve sıcak görüntüleri ile hoş bir aile filmi. Cuma günü sabah seansına gidip izlediğimiz film, güzel bir kapanış filmi oldu bizim için...

10 Nisan 2017

Yaşamak Denen Bu Zahmetli İş



İsrailli yazar Hanoch Levin’in “Yaşamak Denen Bu Zahmetli İş” oyunu 2014 sezonundan beri İstanbul Devlet Tiyatrolarında başarılı bir şekilde, kapalı gişe olarak sergileniyor. Ben geçen sezondan beri bu oyuna bilet arıyorum ve nihayet geçtiğimiz ay, nostaljik mekan Beyoğlu Küçük Sahne’de izleme fırsatı buldum. Oyun başlamadan yaşadığım migrene varan baş ağrısı krizi ikinci sorduğum kadın seyircinin çantasında ağrı kesici bulmamla- ki Ali bu konuya çok şaşırdı- çözülürken oyunu keyifle izledim.
Uzun süredir evli bir çiftin yatak odasındayız. Orta sınıf bir aile… Hayattan çok beklentileri yok… Çocuklar da evlenip evden ayrılınca ikili yalnız kalmış… 60’lı yaşlarına yaklaşan adam gece yarısı kalkıp bavulunu hazırlamaya başlıyor. Bu arada karısı horul horul uyumakta. Adam hayatından feci sıkılmış durumda. 30 yıllık beraberliklerinde karısının olaylara ne tepki gösterip ne diyeceğini adı gibi biliyor. “Benim hayatım böyle mi geçip gidecek” telaşıyla evini ve karısını terk etmeye kalkıyor… 30 yıldır evli olduğu kadına bakıp ''benim bu kadınla ne ortak özelliğim var?'' diye sorguluyor… Gece yarısı ışıklarını görüp uğrayan, yalnızlıktan muzdarip arkadaşları da olaya başka bir bakış açısı katıyor.
70 dakikalık tek perde oyun Yoda (Musa Uzunlar), Leviva (Ülkü Duru) ve Gunkel (İşdar Gökseven) in usta ve dinamik oyunculuğuyla bir solukta izlenip biterken evlilik, yaşlılık, yalnızlık ve ölüm korkusu ile yaşamanın zahmeti üzerine keyifli, buna karşılık yer yer de hüzünlü bir kara komedi özelliği taşıyor. Yaklaşmakta olan ve kaçınılamayan ölüm aslında sıkıntının ana temasınını oluştururken sonunda korkulan şey finali belirliyor… Bir de adamın ölüm korkusuyla karısına söylediği cümle gerçekten insanın burnunun direğini sızlatıyor: "beni hafızana kazı leviva, kaybolup gitmekten çok korkuyorum."

Ülkü Duru ve Musa Uzunlar’ın uzun yıllar evli çift rolünde uyumları müthiş. Musa Uzunlar’ın hayattan sıkılan, ekşi suratlı huysuz ihtiyar rolüne karşılık Ülkü Duru’nun yuvayı yapan dişi kuştur misali halen umutla dolu ve neşeli yaşama çabaları ve  özellikle hit the road jack şarkısı eşliğinde yaptıkları dans hakikaten görülmeye değer… Bu arada 10 dakikalık kısa bir rolde izlediğimiz İşdar Gökseven ile Ülkü Duru’nun gerçek hayatta evli olduğuna değinmeden edemeyeceğim…

9 Nisan 2017

Aşk Dersleri - Alain de Botton

Denemeleriyle tanıdığımız Alain de Botton, bir aşk romanı olan “Aşk Dersleri” ile çok satanlar listesine girmeyi başardı. Farid ve Kirsten’in aşk hikayesini yakından izleriz bu kitapla… Bir mimar olan Fahid’in babası Beyrutlu, annesi ise bir Alman. Erken yaşta annesini kaybeden Fahid, babasıyla yakın bir ilişki kurmayı başaramaz. Kristen’in babası ise o daha çok küçükken evi terk etmiş, o da annesiyle büyümüştür. Belediyede denetçi olan Kristen ile Fahid bir iş nedeniyle tanışırlar ve evlenirler. Fahid, ilişkilerinde anne şefkatini ararken Kristen da baba yokluğunu tatmin etmeye çalışır. Terapi seanslarında kendini bulan ilişkileri, çözümlenme sancıları yaşamaya başlar.

Aslında masallardaki gibi iki kişinin birbirini bulup evlenmesiyle olay bitmez. Asıl hikaye bundan sonra başlar. İlgisizlikler, surat asmalar, minik tartışmalar, büyük kavgalar… Önemli olan bu iniş çıkışlarda ilişkiyi yürütebilmektir… İlk heyecanlar geçip gidince elimize ne kalır? İnsanlar neden evlenir? Aşk için mi yoksa ilerde yalnız kalmamak için mi? Aşkın geçerliliği ne kadar sürer? Hepsi Alain de Botton’un yalın ve gerçekçi anlatımıyla trajikomik bir hikaye eşliğinde “Aşk Dersleri” kitabında… Kimbilir belki de sizin başucu kitabınız bu olabilir…



The Course of Love


Tespih Ağacının Gölgesinde - Harper Lee




 Harper Lee’nin kitabı “Tespih Ağacının Gölgesinde”, bundan elli beş yıl önce yayımlanan "Bülbülü Öldürmek" kitabının devamı… Ben “Bülbülü Öldürmek” i henüz ilkokuldayken okumuş ve bayılmıştım. O zamanlar adil baba (Atticus Finch) rolünü Gregory Peck’in oynadığı film ise romanı iyice anlamamı sağlamıştı. Belki de Amerika’nın ırkçılık sorununu da ilk kez bu filmle öğrenmiş ve zenci düşmanlığının vahşetinden ürkmüştüm. Aslında şimdi düşünüyorum da benim yaşımdaki bir çocuk için henüz erkenmiş bu bilgiler…
“Tespih Ağacının Gölgesinde” kitabı, ilk romandan 20 yıl sonrasını anlatıyor. Küçük kız Scout büyümüş, genç bir kadın olmuştur. Yaşadığı küçük kasabadan ayrılmıştır ve New York’ta yaşamaktadır. Ailesini ziyaret için çocuklluğunun geçtiği Alabama Maycomb’a gelir. Kırsal kesim ve kent ikileminde ırkçılık konusu ve vaz geçilemeyen ön yargılar Scout’u oldukça rahatsız eder. NewYork’ta aşılmış olan bir takın değer yargıları henüz taşrada uygulanmamaktadır. Siyahiler, hakları konusunda daha bilinçlenmiştir ancak beyazlar hala haklı saydıkları ayrımcılıkta diretmektedir.

2015 yılı başında Harper Lee’nin avukatı aracılığıyla yapılan basın duyurusunda aslında “Bülbülü Öldürmek” ten önce yazılan ancak kimsenin bilmediği “Tespih Ağacının Gölgesinde” kitabını tanıtır. Yazar, 1957’de kitabı yayımcı firmaya götürmüş ancak editör, hikayenin 20 yıl öncesinin daha ilgi çekeceğini önerdiği için bu kitap yerine “Bülbgülü Öldürmek” yayımlanmış ve “Tespih Ağacının Gölgesinde” tam 57 yıl ortaya çıkma zamanının gelmesini beklemiştir. Harper Lee’nin 89 yaşında ölmesinden bir sene önce de kitap tüm dünyada yayımlanan kitap, çocukluğumuzun adilane kitabı “Bülbülü Öldürmek” in anısına okunmayı sonuna kadar hak ediyor…
 Go Set A Watchman



Tek - Hakan Nordik (Rüstem Batum)


 “Tek” kitabı piyasaya ilk çıktığında yazarı maskeli pozlar veriyor ve kimliğini asla açıklamıyordu. Kitap, Hakan Nordik takma adı ile piyasaya sürülmüştü… Tuhaf ve nedensiz bir gizem söz konusuydu. Bu durum kitabın ilgi çekmesine ve satmasına ne kadar yardımcı oldu bilemem ancak birkaç ay sonra yazarın kimliği açıklandı… Televizyondaki talk-show undan ve bazen anlaşılması zor espri anlayışından tanıdığımız Rüstem Batum’du kitabın yazarı…
Kitap aslında mükemmel bir polisiye… Hem de siyasi nitelikler taşıyor.  Kürt meselesi var, JİTEM var, 90’larda Kürtlere uygulanan zulüm var, Türk- Amerikan ilişkileri var, faili meçhul cinayetler, Amerika’daki Müslüman tarikatlar, CIA var…

Yarı Türk yarı Amerikalı gazeteci Deniz Max Brando, en yakın arkadaşını da kaybettiği bir dizi cinayeti araştırmaya başlar. New York’tan İstanbula’ uzanan hikayede her iki devletin de derin meseleleri işin içine girer. Rüstem Batum’un kapsamlı araştırmaların sonucunda çok sürükleyici bir siyasi polisiye oman çıkmış ortaya. Umarım Batum, bu tarz kitaplara ara vermeden devam eder…





Yüreğimin Sesini Dinle - Susanna Tamaro


İtalyan yazar Susanna Tamaro’nun 1994 yılında çıkan kitabı “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git” i  okumayan yoktur sanırım… Kitap, 80 yaşında bir kadının torununa yazdığı öğüt dolu mektuplardan oluşur. 2007 yılında yayımlanan “Yüreğimin Sesini Dinle” kitabında ise küçük torun artık büyümüş ve genç bir kadın bulmuştur. Kitap, anneannenin dramatik ölümüyle başlar… Torun, kendi içine yaptığı yolculuk doğrultusunda geçmişinin peşine düşer ve bu yolculuk kutsal topraklara kadar uzanır…

İlk kitabı zamanında ayıla bayıla okumuştum. Bu kitap ise sanki zorla bitti…Umarım Tamaro tadında bırakır da bir üçüncü devam kitabı yazmaya kalkmaz… Okumasanız da olur. Bırakın klişe tabirlere dahi konu olan “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git” kitabı yüreğinizdeki yerini korusun…



Ascolta La Mia Voce



Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet - Murat Gülsoy


Mirat, Murat Gülsoy’un “Yanlızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet” kitabının kahramanı. İsminin anlamı “ayna”… 49 yaşında ve yapayalnız… Bölüm başkanı ile takışıp işten de ayrılınca tamamen çaresiz kalıyor ve kitabın ismini taşıyan ilanı görüp baş vuruyor. İlanın sahibi JANUS isimli bir firma… Burada ölen kişilerin zihinleri yalnızlık çeken başvuru sahiplerine aktarılıyor ve bir bedeni iki kişi paylaşınca yalnızlık da ortadan kalkıyor. Mirat’a da trafik kazasında ölen Esra’nın zihni aktarılır. Artık onun için farklı boyutta bir yeni hayat başlamıştır.  Çift benlikle nereye kadar yaşanabilir? Bir bedene iki kişi ne zaman fazla gelmeye başlar?


Murat Gülsoy’un romanlarının temel ögesi yalnızlık, ölüm ve insan psikolojisi, bu kez Borges ve Tanpınar’ın edebi kimliğinde şekilleniyor ve yazar yine iyi bir edebiyat örneğini okuyucusuyla buluşturuyor. Her ne kadar yazarın bir önceki kitabı “Gölgeler ve Hayaller Şehrinde” kadar akıcı olmasa da gerçek edebiyat severler kaçırmasın diyorum…