25 Şubat 2017

Hacksaw Ridge / Savaş Vadisi



Bu sene Oscar adayı filmlerde gerçek hikayelere çok yer verilmiş. Lion, Hidden Figures gibi Hacksaw Ridge’nin hikayesi de gerçek bir olaya dayanıyor. ABD’nin 2. Dünya Savaşına girmesiyle Desmond T. Doss orduya gönüllü olarak yazılır. Ancak dindar biri olan ve çocukluğunda babasının evdeki şiddetinden dertli olan Doss, eline silah almayı kesinlikle reddeder. Bu tavrıyla hem ordudaki arkadaşları hem de komutanları tarafından tepki görür ve askeri mahkemeye çıkar. Mahkeme sonucunda haklı bulunur ve savaş alanında sadece yaralıların kurtarılması için çalışır. ABD- Japonya Savaşı sırasında hiç silah kullanmadan tam 75 askeri kurtarır ve Başkan Truman tarafından Onur Madalyası’na layık görülür.
Mel Gibson’un 2006 yılında çektiği Apocalypto filminden on sene sonra yönetmenlik koltuğuna oturduğu film, En İyi Film, En İyi Yönetmen ve hatta En İyi Erkek Oyuncu kategorileri de içinde olacak şekilde tam altı dalda Oscar’a aday.
Film oldukça kanlı sahneler içeriyor. Savaş, tüm gerçekliğiyle seyircinin gözüne gözüne sokulurken kopan bacaklar, parçalanan bedenler, fareler tarafından yenen ölüler dehşeti daha da besliyor. Bu arada mantıksızlıklar da yok değil. Mesela kahraman askerimizin bombayı smaçla karşılaması, Japonların vadinin dibindeki Amerikan askerlerine bomba atmayı ya da yukarı tırmandıkları halatı kesmeyi akıl edememeleri, eline silah almayı reddetmesine rağmen savaşı destekleyip katılmak için hevesli olması gibi…
Filmin başrolünde yer alan ve nedense bende şapşal bir tip imajı uyandıran Andrew Garfield, neden ve nasıl En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar adayı oldu bilinmez ama  Doss’un babasını canlandıran Hugo Weaving ve annesini oynayan Rachel Griffiths’in başarılı oyunculuğunu takdir etmeden geçemeyeceğim.

Yine Amerikan Ordusu’nun kahramanlıklarını yücelten, abartı dolu bir savaş filmi. Filmin ırkçı söylemlerinden sabıkalı biri olan Mel Gibson tarafından yönetildiği de düşünülürse abartının birkaç kat daha arttığı görülüyor. Hele o Doss'un dua ettiği ve tüm askerlerin hücum için duanın sonlanmasını beklediği sahne beni hepten irrite etti diyebilirim. Savaş filmlerini seviyorum ancak bu denli klişe olanlarını asla... Bence filmin Oscar konusunda da şansı yok denecek kadar az... Savaş filmi meraklıları izleyebilir...

Hell and High Water


Hell and High Water bir western filmi. Texas’ta herkes silahlıdır. Toby Howard ve kardeşi Tanner, annelerinin çiftliğini ipotekten kurtarmak için banka soymaya karar verirler. Bu arad çiftliğin bahçesinde petrol bulunur. Çiftlik kurtarıldığı takdirde Tanner’in boşandığı eşi ve iki çocuğunun da geçim kaynağı bu petrol kuyularından aldıkları kira olacaktır.
Eski bir mahkum olan Toby, kardeşinin arzuladığı hayata kavuşması için elinden geleni yapar ve hatta kendini feda eder. Emekliliğine az kalmış bir polis memuru olan Marcus Hamilton ve mesai arkadaşı Kızılderili Alberto Parker, ikiliyi yakalamak için her yola baş vururlar.
Filmin En İyi Film, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Jeff Bridges), En İyi Özgün Senaryo ve En iyi Film Kurgusu dallarında dört adaylığı var.

Ben filmi hiç beğenmedim ve hatta nefret ettim. Akademi, film yokluğu mu çekiyor ki bu filmi En İyi Film Dalında Oscar’a aday gösterebiliyor? Herhalde eski Western Filmlere saygıdan diye düşünüyorum ve başka bir neden bulamıyorum…

Lion



Hindistan’ın bir köyünde yaşayan 5 yaşındaki Saroo’nun annesi bir taş ocağında çalışmaktadır. Abisi Godoo ile birlikte trenlerden kömür çalıp satarak para kazanmaktadırlar. Yine bir gece işe çıktıklarında uykusundan fedakarlık edemeyen Saroo ve Godoo birbirlerini kaybederler. Gece bir tren vagonuna giren Saroo, bindiği trenin hareket etmesiyle iki gün süren yolculuktan sonra kendini Calkutta denilen bölgede, evinden 1600 km. uzakta bulur. Burada konuşulan dil bile farklıdır.
Kendini koskoca bir kalabalığın içinde yapayalnız bulan Saroo, çocuk tacirlerine ve açlığa karşı mücadele eder ve nihayetinde bir yetimhaneye götürülür. Burada da kaderi tamamen görevlilerin ve yöneticilerin elindedir. Bir gün, Avustralyalı bir çift onu evlat edinir ve sosyal hizmetler görevlisi Saroo’yu uçağa bindirip yeni evine götürür. Burada aile sevgisi ve iyi eğitim imkanlarına kavuşur. Kendisinden bir sene sonra, yine Hintli bir çocuğu evlat edinirler; artık Saroo’nun sorunlu da olsa bir de erkek kardeşi vardır.
Saroo, kendisine verilen imkanları en iyi şekilde değerlendirir ve meslek olarak ötelcilik kurslarına gitmeye başlar. Burada Hintli arkadaşları ona çocukluğundan hatıralar çağrıştırır. Evini ve ailesini bulma saplantısına düşen Saroo, tüm zamanını Google Earth programında geçirir. Bulunduğu yerin 1600 km. çapında bir çember içinde doğduğu yeri aramaya başlar. Aradan geçen 25 yıldan sonra ailesine kavuşmak için elinden geleni yapar… Burada kesiyor ve sonunu seyretmeyi size bırakıyorum…
Konusunu yaşanmış bir hikayeden alan filmin başrollerinde Dev Patel, Rooney Mara, Nicole Kidman ve David Wenham gibi güçlü isimler yer alırken, filmin yönetmenliğini ise Garth Davis üstlenmiş. Çocuk Saroo, tüm sevimliliğiyle içinizi burkarken Dev Patel’in canlandırdığı Saroo’nun bugünkü hali de rol için iyi bir seçim olmuş. Rooney Mara ise burada etkisiz bir rolle karşımıza çıkarken Nicole Kidman ve David Wenham’ın canlandırdığı Avustralyalı ebeveyn rölü biraz karikatürize kalmış.

Ben filmi sinemada izledim. Biraz uzun bir film, bitmek bilmiyor ancak sıkıcı olduğunu söyleyemem. Özellikle çok merak ettiğim Hindistan ile ilgili ilk yarısı seyretmeye değer. 89. Akademi Ödüllerinde En İyi Film, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu, En İyi Senaryo dalları da dahil 6 dalda adaylığı var. Ancak bence şansı pek yok…

24 Şubat 2017

Hidden Figures/ Gizli Sayılar




1960’lı yılların Amerika’sındayız. Siyahiler halen ikinci sınıf vatandaş. Otobüste arka sıradalar, üniversitelerde okumaları zor, çalışabilecekleri iş alanları sınırlı, işlerinde ne denli başarılı olurlarsa olsunlar terfi etmeleri imkansız, halk kütüphanelerinde bölümleri ayrı hatta tuvaletleri bile beyazlarla ayrı… Bu günün özgürlükçü görünen Amerika’sı bundan hepi topu 50 sene önce, siyahiler için tam bir cehennem. Bu dönemlerde NASA’da görevli birbirinden akıllı siyahi üç kadın, zekaları ve çalışkanlıklarıyla Dünya yörüngesine çıkan ilk Amerikalı astronot John Glenn’nin çalışmalarında büyük rol oynar. Catherine G.Johnson, Dorothy Vaughan ve Mary Jackson’ın bu gerçek hayat hikayesi, yönetmen Theodore Melfi tarafından sinemaya aktarılmış. Amerika-Rusya arasındaki uzay savaşına da tüm çıplaklığıyla tanık olduğumuz film, en iyi film kategorisinde Oscar’a aday olmayı başarmış. Ayrıca  Octavia Spencer da En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Oscar’a hazırlanıyor. Geçen senenin beyaz ırk egemenliğine inat bu sene kendisini şanslı siyahi üçlünün içinde görüyorum.

Margot Lee Shetterly‘nin aynı isimli kitabından uyarlanan Hidden Figures/ Gizli Sayılar, bir dönem filmi olarak zamanını en iyi şekilde yansıtıyor. Fim tabii ki bir siyahi filmi. Taraji P. Henson, Octavia Spencer veJanelle Monae'nin  üç ana roldeki başarılı oyunculuklarına ek olarak Kevin Costner ve  Kirsten Dunst'ın yardımcı rollerdeki rol çalmayan oyunculukları başarılı bir kadronun kanıtı... 
Belki Oscar heykelciği değmeyebilir ancak seyredilebilir bir film...

Arrival / Geliş



Şimdiye kadar izlediğim dünyaya uzaylıların ziyareti ile ilgili filmler muhakkak, gerilim, aksiyon yüklü olup bir avuç dünyalının onları yok etmesi veya evlerine göndermesi ile sonuçlanırdı.  "Arrival" da da uzaylılar dünyanın 12 ayrı noktasına 12 ayrı uzay gemisi ile inerler ancak bu sefer dünyadaki bilim adamları onların neden geldiklerini öğrenmeye çalışarak oldukça insancıl yaklaşımlar sergiliyorlar. Bu filmde her iki taraf da geliştirdikleri bir ortak dil aracılığıyla iletişime geçiyorlar. Bu iletişimde dil bilimci profesör Louise Banks (Amy Adams) ve fizikçi Ian (Jeremy Renner)’in önemi büyük.
Filmin başlangıcında, Louise’in kızıyla yaşadığı trajik olaya tanık oluruz. Kızını çok küçük yaşta kanserden kaybeden Louise, acısını daima içinde yaşarken flashbackler olarak düşündüğümüz sahneler aracılığıyla aslında henüz yaşanmamış bir geleceği görmekte olduğunu anlarız. Uzaylılarla iletişime geçerken edindiği “ileriyi görme” yeteneği ile gelecekten hiç de iyi olmayan haberler alırken gelecekte ne denli üzüleceğini bilse de yaşanacakları deneyimlemeyi göze alır. Bu durum ilerde onun yapayalnız kalmasına neden olsa da…
Filmde uzaylılar oldukça çirkin tasvirlenmiş. 7 bacaklı ahtapota veya mürekkep balığına benzeyen yaratıklar ve yer çekimine meydan okuyup havada asılı duran mezar taşı şeklinde uzay gemileri, filme fantastik bir gerilim yüklüyor. (Uzaylılar illa böyle ürkütücü mü olmak zorunda?)

Film, Ted Chiang’ın “Story of Your Life” isimli kısa hikayesinden senaryolaştırılmış. Arrival, oldukça özel bir film. Ve size bir soru soruyor: "hayatınızın nasıl olacağını bilseydiniz yine de hiçbir şeyi değiştirmeden yaşamaya devam eder miydiniz?" Ve bu soruyla da düz bir bilim-kurgu filmi olmayıp felsefi bir derinlik taşıdığını gösteriyor. Ben Arrival’ı çok beğendim… İzleyiciyi düşünmeye davet eden, başarılı bir kurgusu var filmin. La La Land gibi bir film Oscar’ın kuvvetli adayı olmasaydı benim favorim Arrival olurdu diyebilirim…

23 Şubat 2017

Fences



53 yaşındaki Troy Maxson (Denzel Washington), 1950'li yılların Amerikası'nda çöpçülük yapmaktadır. Eşi Rose (Viola Davis) ve oğlu Cory (Jovan Adepo) ile yaşayan Troy, gençliğinde iyi bir beyzbol oyuncusudur.Ancak o yıllarda profesyonel lig  siyahlara kapalı olduğundan Afro-Amerikan olan Troy profesyonel olamamış, siyahlar alınmaya başladığında ise yaşından dolayı kabul edilmemiştir. Bu durum Troy için tam bir hayal kırıklığı olmuştur ve bu hayal kırıklığı, kendisi gibi beyzbol oyuncusu olmak isteyen oğlunu engellemeye kadar gider.

1985'te Fences oyununu yazan ve Pulitzer Ödülü'nü kazanan August Wilson, 2005'te ölümünden önce oyunun sinema uyarlamasını da tamamlamış. 2010 yılında Broadway’de yine Denzel Washington ve Viola Davis tarafından sahnelenen oyun, 3 dalda Tony ödülü kazanmış. Oyunun senaryosu Denzel Washington tarafından, sinemaya aktarılmış ve her iki oyuncu da yine aynı rolleri başarıyla canlandırmış.


Film, En İyi Film, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ve En İyi Uyarlama Senaryo dallarında Oscar’a aday. Ancak tiyatro sahnesindeki başarıyı beyaz perdede yakaladığı düşünülemez. Bol diyaloglu, uzun ve sıkıcı film hep aynı sahnede geçiyor ve oyunculuklar bu sıkıcılığı yenemiyor.

Manchester by the Sea / Yaşamın Kıyısında

Boston’da tek gözlü bir odada yalnız yaşayan Lee Chandler, tesisatçılık, kapıcılık işleri yapmaktadır. Bir gün, doğup büyüdüğü Manchester’da yaşayan abisinin kalp krizi geçirdiği haberini alır. Hastaneye gittiğinde, abisinin öldüğünü öğrenir. Yeğeni Patrick’in vesayeti de ona kalmıştır. Bir müddet Manchester’da kalıp gidişatı sekteye uğrayan yaşamları yoluna koyması gerekmektedir.
Burada flashbackler devreye girer. Ruhsuz ve hayattan zevk almayan Lee’nin eskiden bir karısı ve üç çocuğu olduğunu, abisi ve yeğeni ile yakın ilişkiiçinde olduğunu görürüz. Ta ki trajik bir olay çocuklarının ölümüne ve karısından ve sonra da Manchester’dan ayrılmasına neden olana dek… Abisinin ölümünün ardından kasabaya geri dönmesi, içindeki acıları kanatır, karısının kurduğu yeni hayat, onun yıkılmışlığını ve yaşarken ölmüşlüğünü daha çok gözler önüne serer. Ayrıca tüm kasaba da ona düşmandır. Geri dönmek, hayata kaldığı yerden devam etmekte zorlanan Lee, yeğeninin velayetini abisinin yakın bir arkadaşına devreder. Ve inziva hayatına kaldığı yerden devam eder…

Casey Affleck, sakin ve duygusal performansı ile rolünün hakkını verirken, En İyi Erkek Oyuncu Oscarı kategorisinde oldukça iddialı. Lee’nin yeğeni rolündeki Lucas Hedges de En İyi Yardımcı Erkek oyuncu kategorisinde, filmde çok az görünmesine rağmen – nedendir bilmem- Michelle Williams da En İyi Yardımcı Kadın oyuncu kategorisinde Oscar adayı… Film, En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Orijinal Senaryo dallarında da Oscar’a aday gösterilmiş. Doğrusu ben çok sevmedim Manchester by the Sea filmini. Bana fazla uzun ve iç karartıcı geldi. Oscar konusunda ise tek şansı Casey Affleck’e veriyorum.

Moonlight / Ayışığı

2017 Oscar’larının açıklanmasına 3 gün kala aday olan tüm filmleri seyretme işini tamamladık. Geçen yıl, siyahi filmlere yer verilmemesi oldukça fazla eleştirilmişti. O nedenle bu sene Moonlight, Fences, Hidden Figures tamamen siyah insanların hayatını konu alıyor. Moonlight / Ayışığı ise bu filmlerin içinde en dikkat çekici olanı. Hem zenci olmak, hem de zencilerin sert dünyasında bir eş cinsel olmak gerçekten de filmlere konu olacak bir olay. Moonlight gişe yapmayacağı gerekçesiyle bizde !F Bağımsız Filmler Festivali ile vizyona girdi. Meraklıları kaçırmadan bu kısa süre zarfında izlemeli diyorum. Zira ben filmi çok kötü bir kopyasından izleme fırsatı buldum ve sinema perdesinde muhakkak daha etkileyici olacağına inanıyorum.
Filmin yönetmeni Barry Jenkins ve senaristi Tarell Alvin McCraney de yine siyahiler. Filmin konusu, Miami’nin fakir zenci mahallesinde uyuşturucu bağımlısı annesiyle yaşayan Chiron’un etrafında gelişiyor. İçine kapanık ve sessiz bir çocuk olan Chiron’un hayatının üç evresi, üç bölüm olarak ele alınıyor.

Küçük
Chiron, kendini kovalayan çocuklardan kaçarken uyuşturucu satıcısı olan Juan ile karşılaşır. Artık ev dışında yaşamını geçirebileceği ve farklı duygular yaşayabileceği bir diğer hayatı olur. Juan ve kız arkadaşı Chiron’a oldukça yakın davranırlar. Juan, Chiron’un sahip olmadığı baba figürüne bürünür.
Chiron
Chiron artık bir ergendir. İçine kapanıklığı devam ederken çevresinden gördüğü şiddet de artmıştır. Annesi halen uyuşturucu batağındadır. Juan da hayata veda etmiştir. Tüm bu zorlukların içinde cinsel kimliği ile mücadele halinde olan Chiron, en yakın arkadaşı ile bir yakınlaşma yaşar. Çevresindeki baskı ve şiddet ona ağır gelir ve öfkesini eyleme geçirdiğinde hapsi boylar.
Siyah
Chiron, artık aşağılanan sınıfta olmaktansa kendine toplum içinde bir yer seçer ve Juan gibi uyuşturucu satıcısı olur. Bir müddet sonra da güç ve başarıya sahip olur. Artık kimse ona kolay kolay yaklaşamaz ancak Chiron’un içindeki kırılganlık ve duygusallık asla onu terk etmez.
Filmin en büyük başarısı üç ayrı dönemdeki üç ayrı Chiron’un da (Alex R.Hibbert, Ashton Sanders, Trevante Rhodes) yapım aşamasında hiç biraraya gelmemelerine rağmen, yönetmenin talimatıyla, farklı dönemleri aynı ustalıkla ve gerçekten de aynı bakış ve davranışlarla canlandırmaları olmuş. En iyi yardımcı erkek oyuncu için Mahershala Ali ve yardımcı kadın oyuncu dallarında Naomie Harris Oscar’a aday gösterilirken, film, içinde en iyi film ve yönetmen katagorilerinin de içinde bulunduğu toplam 8 dalda da Oscar adayı…
Gerçekten de bağımsız sinemanın güzel bir örneği olan Moonlight’ın sinema tarihinde önemli bir yer edineceğine inanıyorum. Filme adını veren Ayışığı’nın da oldukça etkileyici bir hikayesi var. Ayışığı mavidir. Juan, küçükken bir gece ayışığında koştuğunu ve yaşlı bir kadının ona “Blue/Mavi” diye seslendiğini “çünkü ayışığında siyahi çocukların mavi göründüğünü” anlatır. Ayışığı, Chiron için gerçeklikten sıyrılıp başka bir hayata geçiş fırsatıdır.

21 Şubat 2017

Leningrad Madonnaları - Debra Dean


Bazen sadece adını beğenip hiç bilmediğiniz bir kitabı aldığınız olur mu? Çok ender de olsa benim olur ve içlerinde çok ilginç kitaplara rastlarım. “Leningrad Madonnaları” Saint Petersburg’da bulunan Hermitage müzesinde geçtiği için benim ilgimi çekti. Bu müzeyi 2008 Haziranındaki Rusya seyahatimde gezme imkanım olmuştu ve çok etkilenmiştim.


Romanın kahramanı Marina, artık yaşlanmıştır ve alzeimer hastalığı hayatını etkilemeye başlamıştır. Yakın geçmişini yavaş yavaş unutan Marina, gençlik yıllarında, 2. Dünya Savaşı sırasında Leningrad’da yaşadığı anıları hatırlamaktadır. Leningrad, 1941 yılında Alman işgaliyle, açlıkla ve soğukla cebelleşmektedir. Marina ise o zamanlarda Hermitage Müzesinde tur rehberi olarak çalışmaktadır. Ona ve iş arkadaşlarına müzedeki sanat eserlerini Almanlardan saklamaları söylenir. Hepsi gece gündüz çalışır, tüm eserleri paketler ve saklarlar. Marina, savaş sırasında açlık ve yokluktan, soğuktan, bombalardan aklını kaçırmamak için sanat eserlerine sığınır. Hepsini ezberler ve özümser. Yaşlılık yıllarında Amerika’da yaşarken geçmişin anılarında yine aynı sanat eserleri onu esir alır. Sanat ve tarihin içiçe girdiği ve yaşlı bir kadının hezeyanlarıyla kurgulanan başarılı bir roman.
Gelelim Hermitage Müzesinin hikayesine…
Rus İmparatoru Deli Petro, 1700’lü yılların başlarında Saint Petersburg şehrini kurar. Daha sonra tahta geçen Çariçe Katerina ünlü Rus mimar Rastrelli’ye yeni bir saray yaptırır ve bu saraya ayrıca kendi özel malikanesi olarak “inziva evi” anlamına gelen bir Hermitage binası ekletir.  Bu bina Çariçe tarafından Avrupa’nın her yerine gönderilen adamlarının satın aldığı sanat eserleriyle dolup taştıkça ek binalar yapılır. Eşsiz değerdeki Titian, Murillo, Rubens, Renoir, Van Dyck, Rembrant, Degas, Cezanne, Poussin tabloları duvarları süsler. Çariçe döneminde bu eserleri kimse göremezken kendisinden sonraki Çar 1.Alexander döneminde bina müzeye dönüştürülür; ancak yine de sadece izin verilen kişiler binayı gezme izni vardır. 1917 Ekim Devriminden sonra binalar müze olarak halka açılır. II. Dünya Savaşından önce müzede 1.600.000 eser bulunmaktaydı.

22 Haziran 1941’de şehirde Nazi saldırısı başlar. Müze görevlileri sanat eserlerinin taşınacağı hususunda bilgilendirildiler. En değerli 40 eser müzenin kasası olan altın odaya kaldırılır. Depolar açılıp, ambalaj malzemeleri, kağıtlar, yün kumaş ruloları, dev ahşap sandıklar çıkarılır. Küçük resimler dikey olarak sandıklara konur. Büyükler çerçevelerinden çıkarılıp rulo yapılır. Tüm çalışanlar canla başla ve uykusuz bu depolama işi için çalışır. Ürünlerin çoğu paketlenip numaralandırılır ve Hermitage için hazırlanan özel trene yüklenir.  1 Temmuz 1941’de askerlerin koruması altındaki tren, Hermitage’ın yarım milyona yakın en değerli eserini Sverlosk’a taşır. Ardından bir milyona yakın eser de yine buraya aktarılır.

Nazi kuşatması tam 900 gün sürer. Naziler Hermitage’a 30 tane bomba atarlar. Bombalardan biri binanın içinde patlar ve dev bronz avize yere düşer. Mermer zemin zarar görür. 1943 yılında Hermitage çalışanları müzeden 80 ton kırık cam ve moloz yığını kaldırır. Bombalardan taşınamayan eserler oldukça zarar görür ve yine bombalardan delik deşik olan saray, kış şartlarından da oldukça etkilenir.

Kızıl Ordu’nun direnişi, Rusya’nın sert iklimi, Hitler’in ordularını yenilgiye sürükler. Kuşatma sona ererken müze 1944 Ağustos’unda onarılmaya başlanır. Sverdlovsk’taki depodan bir buçuk milyon adet sanat eseri geri getirilip yerine konmaya başlar ve 4 Kasım günü Hermitage’ın 68 salonu ziyarete hazır hale getirilir.



Madonnas of Leningrad



20 Şubat 2017

Bu Oyunda Gitmek Vardı - Mario Levi


Mario Levi, “Bu Oyunda Gitmek Vardı” adlı kitabını oyun/roman komedi olarak tanımlıyor. Bu kitapta okuyucu da hikayeye dahil oluyor. Bir kere romanın iki sonu var ve hangisiyle bitirmek istediğiniz size kalmış.
Saffet, 50’li yaşlarına yakın, evli ve çocuklu bir erkek ve bir gün karısı Hülya tarafından terk ediliyor. Hülya ona sadece bir mektup bırakmış ve çekip gitmiş. Saffet’e de yeni, ıssız hayatına alışmak kalıyor. Çocukluğunu Sıracevizler'de geçiren Saffet, yine bu semte geri dönmesi için mesajla bir davet alıyor. Bu mesajı yazan kişi yine bir kadın; Neval… Saffet, geri döndüğü eski yaşamında, kendini etkileyen olayları ve kişileri hatırlayıp iç hesaplaşmalara giriyor. Özellikle, 12 Eylül öncesi kardeşin kardeşi vurduğu dönemlerdeki arkadaşı Baki ve onun kim vurduya gidişi Saffet’in hayatında derin izler bırakmış. Neval ve Saffet yeni hayatlarında ve dostluklarında geçmişin izlerini ararken olmadık kapıları aralıyorlar. Dediğim gibi kitabın sonunu belirlemek ve içindeki sorulara cevap vermek de okuyucuya kalıyor.

Ben şimdiye kadar okumaya başladığım tüm Mario Levi kitaplarını yarım bıraktım. Başı her zaman iyi başladı ancak bir müddet sonra ağır gitmeye ve hatta gitmemeye başladı. Bu kez daha yalın bir Mario Levi anlatımıyla baş başayız. Yazar daha önceki romanlarından çok farklı bir tarz denemiş. Bu da demek oluyor ki bu kitap asla bir Mario Levi’yi tanıma kitabı olamaz. Yazarı seviyorsanız ya da farklı bir edebiyat tarzı arıyorsanız okuyun.  Ben bu kez kitabı başarıyla bitirdim ancak -yine- çok sevdiğim söylenemez.